Kurban Bağışı

Allah’a inanan, peygamberleri kabul etmeyeni nasıl ikna edebilirim?

Soru Detayı

– Kendilerine deist diyen bazı kimseler, “Biz yaratıcıyı kabul ediyoruz, ama peygamberlere gerek yok.” diyorlar. Bunları ikna etmek imkansız gibi; kendilerine göre gerekçeleri var…

Değerli kardeşimiz,

“İnsanın en kıymetli malı nedir?” diye sorsak, ne cevap verirdiniz?

Eş, evlat, mal, mesken, makam ve daha birçok şey sayılabilir. Evet, bunların hepsi kıymetlidir; ancak en kıymetli değil…

En kıymetlisi imandır. O iman ki, kabir onun ile aydınlanır. Mizan onun ile ağır gelir. Sırat’tan onun sayesinde geçilir. Cennet’in kapısı o anahtar ile açılır. Allah kulundan onun sebebiyle razı olur. O olmazsa, kişi bu dünyanın sultanı da olsa boştur ve ehemmiyetsizdir. Zira o olmazsa, her şey kabir kapısına kadardır.

İman bu kadar ehemmiyetli iken, maalesef günümüzün Müslümanı imanın kıymetini hakkıyla idrak edememekte, bu sebeple de imanın muhafazası hususunda gereken gayreti göstermemektedir. Hatta bırakın gayreti, bu uğurdaki çalışmayı bile boş görmektedir.

İnsanın en büyük gayesi, imanı muhafaza etmek ve iman ile kabre girmek olması gerekirken, imana müteallik işler birçok kişi için son sıradadır. Öyle son sıradadır ki, bir filmi saatlerce seyreder, ama imana ait bir videoya beş-on dakika sabredemez. Her gün hiçbir kıymeti olmayan onlarca sayfayı okur, ama iş üç beş sayfalık imani bir meseleye gelince bu ona yük gelir. Bunları söylüyoruz, amacımız asla kırmak ve incitmek değildir. Amacımız sadece sizlerin ebedi hayatına hizmet etmektir.

Bu cevaba böyle bir giriş yaptık, zira burada çok kıymetli bir iman hakikatinin delillerini işleyeceğiz. İstiyoruz ki, imana ait olan bu cevabın kıymeti bilinsin ve lâyık olduğu ciddiyet gösterilsin.

Efendimiz (sav)’in peygamberliği, Allah’ın izniyle iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecektir. Burada amacımız; Müslümanların imanını kuvvetlendirmek, onları şüphelerden korumak, akıllarındaki sorulara cevap vermek ve iman nimetinden mahrum olanların imanına vesile olmaktır. Başka hiçbir gayemiz ve amacımız yoktur. Tek gayemiz, bu eserle imana hizmet ederek Rabbimizin rızasını tahsil etmektir.

Bu cevabı hazırlanırken, Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatı kaynak olarak kullanılmıştır.

Şimdi iki hayali arkadaşa misafir olacak ve onların aralarındaki konuşmaları takip edeceksiniz. Bu arkadaşlardan birisi, Peygamberimiz (sav)’e inanmayan münkir  (A), diğeri de Müslüman bir âlimdir (B). Sözü daha fazla uzatmadan şimdi onlara misafir oluyor ve aralarındaki konuşmaları takip ediyoruz.

A — Sen “Hz. Muhammed Allah’ın peygamberidir.” diyorsun. Ancak ben sadece Allah’a inanıyorum ve hiçbir peygambere inanmıyorum.

B — Merak etme, hak her zaman galiptir ve üstündür. İnşallah seni ikna edecek ve Allah’ın izniyle hidayetine vesile olacağım. Ama senden bir isteğim var. Madem uzun süre arkadaşlık yapacağız, o zaman aramızda bir altın kuralımız olsun. Bu altın kural da şudur: Akıl ve vicdan aramızda hakem olsun. Birbirimizle inatla değil, hakkı ortaya çıkarmak için konuşalım. Aklımızın ve mantığımızın kabul ettiği bir şeyde inatla birbirimize muhalefet etmeyelim.

A — Bu kuralı beğendim. Tamam, akıl ve vicdan aramızda hakem olsun. O zaman şimdi söyle bakalım: Ben hiçbir peygambere inanmıyorum, sadece Allah’a inanıyorum. Evet, Allah var. Bu âlemin bir yaratıcı olmadan bu şekli alması imkânsızdır. Ancak bir peygambere neden gerek olsun ki?

B — Allah’a inandığını söyledin, bu sebeple delilimi buna göre kurgulayacağım. Eğer Allah’a inanmadığını söyleseydin, sana “Yaratılış Delilleri” isimli eserimizi tavsiye edecektim. Bizi dinleyenler arasında eğer Allah’a inanmayan varsa, bu eseri ona ısrarla tavsiye ediyorum. İddia ediyorum, insafla seyretsin, eser bittiğinde inşallah Allah’a inanacaktır.

A — Ben Allah’a inanıyorum. Delilini buna göre sunabilirsin.

B — Tamam, o halde başlayalım… Sana bir soru sormak istiyorum:

– Allah Teâlâ seni ve bu âlemi niçin yarattı? Yaratılışın gayesi nedir?

A — Bilmem, bunu hiç düşünmedim.

B — Yani sen, niçin yaratılmış olabileceğini hiç düşünmedin mi? Hiç aklına;

  • Allah bu kâinatı niçin yarattı?
  • Ben niçin varım?
  • Akıl, göz, dil gibi bu kadar kıymetli cihazlar ve duygular bana niçin takılmış?
  • Lezzetleri ve şekilleri farklı bu kadar nimetler bana niçin sunuluyor?
  • Her varlık niçin bir sanat harikası olarak yaratılıyor? Onlara verilen bu kadar ehemmiyetin sebebi nedir?
  • Onlardan kelebekler gibi bir kısmı, sadece birkaç hafta yaşıyor, bir kısmı birkaç gün… Buna rağmen her birine ne kadar masraf yapılmış ve ne kadar ehemmiyet verilmiş. Rengârenk boyanmış, en kıymetli cihazlar takılmış… Bunun sebebi nedir? Bu süsleme ve böyle sanatla yaratma niçindir?
  • Bal arısından, ipek böceğine; süt fabrikaları olan inek, koyun ve keçiden; bulutlara, güneşlere ve aylara kadar her şey niçin bana hizmet ediyor? Niçin hepsi benim için çalıştırılıyor?

Sen bu soruları hiç düşünmedin mi? Hiç aklına bu ve benzeri sorular gelmedi mi?

A — Valla ne yalan söyleyeyim, aklıma geldi; ama baktım cevaplarını bulamıyorum düşünmekten vazgeçtim.

B — Demek bunları hiç düşünmedin… Şimdi sana başka bir soru soracağım: “Allah’a inanıyorum.” dedin. İnandığın Allah hikmet sahibi midir? Yani her işinde birçok gayeler ve faydalar mı vardır? Yoksa eğlence ve oyun olsun diye öylesine mi yapar?

A — Ona Allah dediğimize göre, elbette her işinde bir hikmet, her fiilinde bir gaye ve her yaratmasında birçok faydalar vardır.

B — Güzel, buraya kadar iki şeyde anlaştık. 1. Allah var. Ve 2. Allah son derece hikmet sahibidir. Peki, son derece hikmet sahibi olan Allah, seni ve bu kâinatı niçin yaratmış olabilir?

A — Dedim ya bu soruyu daha önceleri düşünmüş ve cevabını bulamamıştım. Sonradan da düşünmeyi bıraktım.

B — Şimdi ben sana, senin ve bu âlemin niçin yaratıldığını anlatayım: Allah Teâlâ nihayetsiz bir güzelliğin ve kemalin sahibidir. Bu âlemde gördüğün bütün güzellikler ve kemaller; O’nun zatının, isim ve sıfatlarının zayıf yansımaları ve tecellileridir.

Her güzellik ve kemal sahibi, kendi güzelliğini görmek ve göstermek ister. İşte bu sırla, Allah Teâlâ da kendi güzelliğini ve kemalini görmek ve göstermek istedi ve bu kâinatı yarattı. Seyretme vazifesini de sana yani insana verdi. İşte senin vazifen, şu varlıklarda tecelli eden ilahi isim ve sıfatları keşfetmek ve o isim ve sıfatlarla Allah’ı tanımaktır. Yaratılış gayen budur.

Şimdi sana bazı sorular soracağım. Bakalım, ne cevaplar vereceksin.

1. Hiç mümkün müdür ki, Allah Teâlâ bu âlemi bilinmek için yaratsın; daha sonra peygamberler göndermeyerek kendini bildirmesin ve tanıttırmasın?

2. Yine hiç mümkün müdür ki, Allah Teâlâ bu âlemi bu kadar sanat eserleriyle donatsın; daha sonra bu sanat eserlerine dikkati çekecek ve bu eserlerde tecelli eden isim ve sıfatları insanlara ders verecek peygamberleri göndermesin?

3. Yine hiç mümkün müdür ki, Allah Teâlâ bu âlemdeki her mevcut üzerine, varlığının ve birliğinin delillerini koysun; daha sonra varlıkların üzerindeki bu delilleri insanlara ders verecek peygamberleri göndermesin?

4. Yine hiç mümkün müdür ki, Allah Teâlâ yeryüzünü âdeta bir sofra hükmünde yaratsın; baharı bu sofraya bir gül destesi yapsın; insanların bütün iştahlarını ve zevklerini tatmin edecek nimetleri bu sofraya koysun; daha sonra bu nimetlere karşı kullarından şükür istemesin ve bu nimetlere nasıl şükredileceğini bir peygamberi vasıtasıyla bildirmesin?

5. Yine hiç mümkün müdür ki, Allah Teâlâ bu kadar nimetiyle kendine kullarını sevdirmek istesin; daha sonra kullarına, sevgisine ulaşma yollarını bir elçisi ile bildirmesin?

6. Yine hiç mümkün müdür ki, Allah Teâlâ insanı yaratsın, her şeyi onun hizmetine versin, onu bu kadar duygu ve cihazlarla donatsın; daha sonra onu başıboş bıraksın? Niçin yaratıldığını, vazifelerini ve onlardan ne arzu ettiğini peygamberleriyle bildirmesin?

Soruları çoğaltabilirim, ama daha fazla uzatmıyor ve sana soruyorum, bunlar hiç mümkün müdür?

A — Ne hiç mümkün müdür, neyi sorduğunu anlamadım. Bir daha sor.

B — O halde teker teker sorayım: Sen Allah’ın varlığına inanıyorsun. O Allah ki, bu âlemi kendini bildirmek ve tanıttırmak için yaratmıştır. Zira her güzellik ve kemal sahibi, kendini göstermek ister. Nihayetsiz güzelliğin ve kemalin sahibi olan Allah da kendini göstermek ve bildirmek için bu âlemi yaratmıştır. Bu âlemi, bu gaye için yaratan Allah’ın peygamberler göndermemesi ve kullarına kendini bizzat elçileri vasıtasıyla tanıtmaması hiç mümkün müdür?

Bilinmek için şu âlemi yaratan zat, nasıl olur da bilinmenin en kolay yolu olan, bir elçi vasıtasıyla kendini bildirmez. Eğer bilinmek istemeseydi, bu âlemi yaratmazdı. Madem yaratmış, o halde bilinmek istiyor. Ve madem bilinmek istiyor, o halde peygamberler göndererek kendini bildirmeli ve tanıtmalı. Böyle değil mi?

A — Peygamber göndermeden kendini tanıtamaz mı? Peygamber olmadan da O’nu bulmak mümkün…

B — Peygamber olmadan O’nu tanımak mümkün değildir. Bunun delili de vahye mazhar bir peygambere ulaşamayan veya ulaştığı halde onu inkar eden insanların ateşe, Güneş’e, puta, hatta ineğe ve diğer varlıklara tapmasıdır. Onlar bir yaratıcının varlığını keşfetmişler, ancak Allah’ı bulamayarak Güneş ve ateş gibi varlıklara tapmışlar. Demek, bir insanın tek başına Allah’ı bulması öyle kolay bir şey değil. Bir yaratıcıya inanabilir, ama yaratıcının kim olduğu hususunda hataya düşer. İşte Allah Teâlâ, kullarının yüzünü o vehmi yaratıcılardan kendine çevirmek için peygamberler göndermiştir ve göndermelidir.

A — Evet, mantıklı. Devam et bakalım…

B — Hem yine Allah Teâlâ, şu kıymetli ve lezzetli nimetleri yaratmakla insandan şükretmesini istiyor. Bu sebeple bu kadar nimetleri yaratmış ve onun sofrasına koymuştur. Peki, eğer Allah bir peygamberi ile insanlara nasıl şükredeceklerini öğretmezse, insanlar şükrün eda şeklini nasıl öğrenecekler. Mesela, sen Allah’a nasıl şükredersin?

A — Allah’ım sana hamd olsun, derim.

B — Bak, “Allah’ım sana hamd olsun.” sözü bile peygamberlerin sözüdür ve bu şükrü insanlara onlar öğretmiştir. Hatta sen “Yaratıcı” demeyip “Allah” diyorsun. Allah ismini kimden öğrendin? Yaratıcının isminin Allah olduğunu kendin mi buldun?Hayır, sen bulmadın. Bak, O’nun ismini öğrenmek için bile peygamberlere muhtacız. Ona “Allah” diyoruz, çünkü bu ismini bize peygamberiyle bildirdi. Acaba peygamberler O’nun Allah ismiyle müsemma olduğunu bildirmeseydi, bunu kendimiz keşfedebilir miydik? Ya da peygamberler hangi sözlerle şükredilir ve şükür nasıl yapılır, bunu bize öğretmeseydi, nasıl şükredeceğimizi kendimiz bulabilir miydik?

A — Belki bulamazdık, ama varsın bulamayalım, çok mu gerekli ki?

B — Bak, sen başta demiştin ki, Allah Teâlâ hikmet sahibidir. Bunu kabul etmiştin. Eğer hikmet sahibi ise ve bu kadar nimetlerle bizden şükür bekliyorsa; o halde sadece nimeti yaratmakla kalmayacak, şükretmeyi de insana öğretecektir. Yoksa bu kadar nimetin yaratılmasının hikmeti kaybolmaz mı? Bu durumda nimetlerin yaratılışı hikmetsizliğe dönmez mi?

A — Belki… Ama yine de seni tam anlayamıyorum. Biraz daha aç.

B — Bak, şimdi sana bir tablo yapacağım. Şu âlemdeki fiillere bakarak, insandan beklenen vazifeler tablosu…

1. Bu âlem bu kadar sanat eserleriyle donatılmış. Buna karşı insanın vazifesi, o sanat eserlerinde tecelli eden isim ve sıfatları keşfetmek ve Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımaktır.

2. Bu âlem bu kadar nimetlerle donatılmıştır. Buna karşı insanın vazifesi, bu nimetlere karşı şükretmek ve nimet sahibine ibadet etmektir.

3. Bu âlemdeki her şey insanın hizmetine verilmiş ve insan bütün mahlûklara üstün kılınmıştır. Buna karşı insanın vazifesi, kendisine bu iyiliği yapan zatı sevmek ve kendini O’na sevdirmektir.

4. İnsan çok kıymetli duygular ve cihazlar ile donatılmıştır. Akıl, göz, dil, kalp gibi dünyadan daha kıymetli cihazlar ona verilmiştir. Buna karşı insanın vazifesi, o duygu ve cihazları, lâyık olduğu yerlerde ve O’na ibadette kullanmaktır.

Bunlar gibi daha elli vazife sayabilirim. Ancak konuşmamızın odak noktası insanın vazifelerinin tamamını öğrenmek olmadığından kısa kesiyorum. Şimdi sorum şu: İnsanı böyle vazifelerle bu dünyaya gönderen zat, hiç mümkün müdür ki, bir elçisi vasıtasıyla bu vazifeleri insana bildirmesin ve bu vazifelerin eda ediliş şekillerini insana öğretmesin?

Eğer öğretmezse, insan bu vazifeleri nereden bilecek ve nasıl eda edecek? Mesela, sen bu vazifeleri şu ana kadar biliyor muydun?

A — Yoo, hiç aklıma gelmemişti.

B — İyi ya bu durumun, peygamberlerin varlığını zaruri kılmıyor mu?

A — Ben bütün bu anlattıklarını inkâr ediyorum?

B — Senin halin şuna benziyor: Ben sana Güneş’in varlığını ispat ediyorum ve sen de gözünle Güneş’i görüyorsun. Sonra gözünü kapayarak “Güneş’i inkâr ediyorum.” diyorsun. O zaman aramızda bir münazara kalmaz ki. Sen, inkâr ettiğin noktayı bana göstermelisin. Şimdi sana teker teker sorayım. Sen de itiraz edeceğin yerde et, ben de cevabını vereyim.

A — Tamam, sor.

B — Allah var mı?
A — Var.

B — Peki, hikmet sahibi midir?
A — Evet, hikmet sahibidir.

B — Peki, madem hikmet sahibi, şu âlemi ve seni yaratmasında da hikmetler olmalı mı?
A — Elbette olmalı.

B — Peki, bu hikmetler; insanın Allah’ı tanıması, sevmesi, isim ve sıfatlarıyla bilmesi, ona şükretmesi ve ona ibadet etmesi gibi işler midir?
A — Olabilir…

B — Peki, bir peygamber olmaz ve insana vazifesini bildirmezse, insan bu vazifeleri nasıl icra edecek? Mesela sen, peygamberlere inanmayan birisi olarak, seni yaratan Allah’a ibadet edecek olsan, nasıl ibadet edersin? Namaz kılamazsın, oruç tutamazsın, bunlar gibi başka şeyleri de yapamazsın; çünkü bunlar ancak bir peygamberin öğretmesiyle yapılabilir. O halde nasıl ibadet edeceksin?

Ya da Allah’ı tanımak istiyorsun, O’nun isim ve sıfatlarını nasıl keşfedeceksin. Bak, Allah ismini bile peygamberlerden öğrendin. Diğer isim ve sıfatlar için ne yapacaksın?

A — Bilmiyorum…

B — İşte bu bilmediğini sana bildirecek peygamberler lazım. Bak, sana bir sıralama yapacağım:

  • Madem Allah var ve bu kâinatı yaratmış,
  • Ve madem hikmet sahibidir,
  • Ve madem hikmeti sebebiyle, bu kâinatı oyun olsun ya da eğlence için değil; gayet yüksek hikmetler ve gayeler için yaratmıştır,
  • Ve madem bu gayeler; insanın Allah’ı bilmesi, tanıması, sevmesi, O’na şükretmesi, O’na ibadet etmesi gibi işlerdir,
  • O halde insana bu vazifelerini öğretecek peygamberlere ihtiyaç vardır ve onların varlığı zaruridir.

Bu sıralamayı tersten okuduğumuzda, bak, peygamberleri inkâr edebilmek için neyi kabul etmek zorunda kalacaksın:

  1. Peygamberlerin olmaması için, insana tevdi edilmiş vazifelerin olmaması gerekir. Yani insana; Allah’ı bilmesi, tanıması, sevmesi, O’na şükretmesi ve O’na ibadet etmesi gibi işler emredilmemiş olmalıdır.
  2. Bu vazifelerin ve emirlerin olmaması için de bu kâinatın oyun ve eğlence için yaratılmış olması gerekir. Yani -hâşâ- Allah oyun oynamak ve eğlence için bu kâinatı yarattı ve yaratırken hiçbir maksat ve gaye takip etmedi. Bunu kabul etmemiz gerekir.
  3. Bu kabul için, yani kâinatın oyun ve eğlence olarak yaratıldığını kabul etmek için de Allah’ın hikmet sahibi olmadığını kabul etmek gerekir. Zira ancak hikmetsiz bir zat, oyun ve eğlence için bu kadar masraf yapar ve bu kâinatı yaratır. Hikmeti olanın bunu yapması mümkün değildir.

Gördün mü, senin “Peygamberler yoktur.” sözün, Allah’ın hikmet sahibi olmaması neticesini verdi. Şimdi tercihini yap:

  1. Ya “Allah hikmet sahibidir.” de. Bu durumda hikmetinin tahakkuku için peygamberler göndermesi gerektiğini de kabul etmek zorunda kalacaksın.
  2. Ya da “Allah hikmet sahibi değildir. Oyun ve eğlence için bu âlemi yarattı.” de. Bu durumda peygamberlik mesleğine inanmak zorunda değilsin. Dilediğin gibi inkâr edebilirsin. Ama bu durumda, inandığını söylediğin Allah’ın, hikmet sahibi olmadığını kabul etmen gerekir.
  3. Bir seçeneğin daha var, o da şu: Biz âlemin yaratılış gayeleri olarak bazı maddeler saydık ve “Bu maddelerin tahakkuku için peygamberlere ihtiyaç vardır.” dedik. Sen bize peygamberlere ihtiyaç olmayacak başka hikmetler ve gayeler göster. Ve daha sonra: “Allah bu gayeler için bu âlemi yaratmıştır. Bu gayelerin tahakkuku da peygamberlerin varlığına bağlı değildir.” de. Bu sayede, Allah’ın hikmetini kabul etmiş, ama farklı hikmetler göstererek peygamberlerin gerekli olmadığını ispat etmiş olursun.

İşte sana üç yol… Ama inan, aklını çıkarıp atmadan ikinci ve üçüncü yoldan gitmen mümkün değildir.

Şunları bir düşün:

  • Hikmet sahibi bir zat, milyonlar harcayarak bir okul yapsın ve bu okulu öğrencilerle doldursun; daha sonra bu okulda ders verecek öğretmenleri göndermeyip öğrencileri başıboş bıraksın ve hikmetini inkâr ettirsin. Bu hiç mümkün müdür?
  • Yine hikmet sahibi bir zat, her harfinde onlarca mana olan bir kitap yazsın, bu kitabın her sayfasına bir kitap kadar mana yüklesin; daha sonra bu kitabı ders verecek muallimleri göndermeyip bu kitabı anlaşılmaz bıraksın. Bu hiç mümkün müdür? Hikmet sahibi bir zat, böyle bir hikmetsizlik yapar mı?
  • Yine hikmet sahibi bir sanatkâr, nihayet derecede manalı tablolar yapsın, bu tabloları bir müzede teşhir etsin ve bu müzeye insanları davet etsin; daha sonra bu tablolardaki manaları seyircilere ders verecek vazifelileri göndermesin ve bu manaları seyircilere inkâr ettirsin? Bunlar hiç mümkün müdür?

A — Elbette mümkün değildir. Hikmet sahibi olan kişi, saydığın hikmetsizlikleri yapmaz.

B — İşte bu Dünya da misaldeki okul gibi bir okuldur. Bu okul nihayetsiz masrafla yapılmış ve insanlık, ders görmek için bu okula gönderilmiştir. Bu okulun öğretmenleri peygamberlerdir. Sen nasıl oluyor da bu okulun öğretmenleri olan peygamberleri inkâr ediyorsun? Öğretmenler olmasaydı, hiç okul açılır ve biz öğrenciler bu okula davet edilir miydik?

Yine sinekten tut, ta yıldızlara kadar her bir varlık bir kitap hükmündedir. O kitapta Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatları yazılmıştır. Yine her bir varlık üzerine, O’nun birliğinin ve varlığının delilleri konulmuştur. Sen nasıl oluyor da bu kitaplardaki isim ve sıfatları insanlara ders verecek, üzerlerindeki işaretleri izah edecek peygamberleri inkâr ediyorsun?Peygamberler olmasaydı, bu varlıklar üzerinde yazılan isim ve sıfatları ve onların üzerindeki tevhid delillerini okuyabilir miydik?

Yine her bir varlık son derece sanatla yapılmış bir tablo hükmündedir. Bu tablolar Dünya müzesinde teşhir ediliyor. Seyirci olarak da bizler davet edilmişiz. Sen nasıl oluyor da bu tablolar üzerindeki manaları bizlere ders verecek peygamberleri inkâr ediyorsun.

Bu konuda sana söyleyebileceğim o kadar çok söz var ki…

A — Hadi, peygamberin varlığını kabul ettik diyelim…

B — Diyelim mi… Yoksa kabul ettim mi?

A — Tamam itiraf ediyorum, kabul ettim. İzahlarına karşı söyleyecek bir söz bulamıyor ve kabul ediyorum. Peygamberlerin gönderilmesinin zaruri olduğunu anladım. Zira bu âlemin yaratılış gayesi ancak peygamberlerle tahakkuk ediyor ve Allah’ın hikmeti bunu gerektiriyor. Peygamberler olmazsa hem bizim hem de âlemin yaratılışı manasız oluyor. Sonsuz hikmetin sahibi olan Allah, böyle bir manasızlığı yapmaktan münezzehtir. Bunları öğrendim ve kabul ediyorum. Çünkü hepsi son derece mantıklı…

Ama bizim meselemiz peygamberlerin gönderilip gönderilmediği değil ki… Bizim meselemiz, Muhammed denilen zatın Allah’ın resulü olup olmadığıdır. Şu anda ben peygamberlerin gönderildiğine inanıyorum, ama Muhammed denilen zatın Allah’ın peygamberi olduğuna inanmıyorum. Peygamberlerin gönderilmesi ile bu zatın peygamberliği arasında ne alaka var ki, sen bana bu zatın peygamberliğini ispat edeceğine; durmuş, peygamberlik mesleğinin varlığını ispat ediyorsun?

B — Çok alaka var. Zira Hz. Muhammed (sav) yaratılışın hikmet ve gayelerine tam hizmet etmiş ve bu hikmet ve gayeleri insanlara ders vermiştir. Mesela:

  1. Allah Teâlâ insanlardan, kendisine iman etmesini istemektedir. Buna mukabil Hz. Muhammed (sav) hem O’na iman etmiş, hem de O’na iman etmelerini insanlara emretmiştir.
  2. Allah Teâlâ, her varlığı âdeta bir kitap hükmünde yaratarak isim ve sıfatlarını o kitapta yazmış ve insanların, kendisini bu isim ve sıfatlarıyla tanımasını istemiş; buna mukabil Hz. Muhammed (sav) hem O’nu isim ve sıfatlarıyla tanımış, hem de bu isim ve sıfatları insanlara ders vermiştir.
  3. Allah Teâlâ, insanlara ihsan ettiği nimetlere karşı, insanların, kendisine ibadet etmesini, şükretmesini ve emirlerine itaat etmesini istemiş; buna mukabil Hz. Muhammed (sav) O’na hakkıyla ibadet etmiş, nimetlerine şükretmiş, azami mertebede emirlerine itaat etmiş ve bunları insanlara emretmiştir.
  4. Allah Teâlâ, yaratmış olduğu sanat eserleriyle, insanların, kendi sanatını takdir etmesini istemiş; buna mukabil Hz. Muhammed (sav) hem O’nun sanatını takdir etmiş, hem de insanlara takdir ve tahsin etmeleri gerektiğini tebliğ etmiştir.
  5. Allah Teâlâ, insanı yaratmış ve bütün mahlûkatı insanın emrine vererek ondan kendisini sevmesini istemiş; buna mukabil Hz. Muhammed (sav) hem O’nu şanına en yakışır şekilde” sevmiş, hem de insanlara O’nu sevmenin ve O’nun tarafından sevilmenin yollarını öğretmiş.

Daha sayabileceğim çok madde var. Ancak konuşmamızın odak noktası, insanların Allah’a karşı vazifeleri ve yaratılışlarının hikmeti olmadığından sözü kısa kesiyor ve şunu demek istiyorum:

  1. Peygamberlerin gönderilmesinde hangi hikmetler varsa, bu hikmetlerin tamamı Hz. Muhammed (sav)’de gözükmüştür.
  2. Peygamberler hangi vazifeyi icra ettiyse, Hz. Muhammed (sav) de aynı vazifeyi icra etmiştir.
  3. Peygamberler insanlara hangi dersleri vermişse, Hz. Muhammed (sav) de insanlara aynı dersleri vermiştir.
  4. Peygamberlerde bulunan iman, Allah bilgisi, Allah sevgisi, takva, zühd, ibadet ve şükür gibi bütün sıfatlar ve haller, Hz. Muhammed (sav)’de -hem de- zirve mertebede bulunmaktadır.

Dolayısıyla, şu âlemde peygamberlik denilen bir hakikat varsa, Hz. Muhammed (sav) de peygamber olmalıdır. O’nun peygamberliği kabul edilmezse, peygamberlik mesleği hakkında konuşulabilecek hiçbir şey yoktur. Kim peygamberlik müessesini kabul ediyorsa, bu zatın peygamberliğini de kabul etmek zorundadır. Zira peygamberlere peygamber dedirten bütün haller ve sıfatlar bu zatta mevcuttur.

A — Hıı… Şimdi anladım aradaki alakayı.

B — Şimdi, bu delile karşı söyleyecek bir sözün var mı?

A — Şey… ya… Neyse, şimdilik bir şey söylemeyip susma hakkımı kullanacağım. Ama beni hemen bir delille ikna edeceğini sanıyorsan yanılıyorsun. Daha çok delil göstermelisin.

B — Merak etme, sana daha çok deliller göstereceğim. Ve her delilin sonunda da böyle “Ik, mık!..” edip duracaksın. Şimdi ikinci delile geçiyorum:

İKİNCİ DELİL

Sizin gibiler, Müslüman âlimlerin sözlerini küçümser. Ama söz batılı bir filozofa ait ise, o sözü Allah’ın sözü gibi bilir ve ona sımsıkı yapışır. Bu sebeple, ben bu İkinci delilde Batılı filozofların Hz. Muhammed hakkındaki sözlerini nakletmek istiyorum. Bak, neredeyse kendilerine âşık olduğun ve özelliklerini saymakla bitiremediğin batılı filozoflar bu zat hakkında ne diyor?

“Tarihteki Yüz Büyük İnsan” adlı kitabıyla bütün dünyada yankılar uyandıran Amerikalı bilim adamı Prof. Michael Hart, kitabının ilk yayınlandığı tarihten on yıl sonra Kahire’de katıldığı bir ödül töreninde sorulan:

“Kitabınızın yayınlanmasının üzerinden neredeyse on yıl geçti. ‘Tarihteki Yüz Ünlü Adam’ kitabınızda birinci yeri Hz. Muhammed’e ayırmıştınız. Hâlâ bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?”şeklindeki soruya şu cevabı vermiştir:

“Bu, ünlülerin ilk listesi. Bu sayı 200-300’e bile çıkarılsa Hz. Muhammed’in listenin başındaki yeri sabittir. Ben ünlüleri incelerken bazı sabit kriterler ortaya koydum. Bunlardan biri de ünlülerin insanlık tarihinde bıraktıkları geniş ve derinlemesine izlerdir. Benim, ünlülerin en ünlüsü olarak Hz. Muhammed’i tercihim ise, O’nun hem peygamberliği hem de dini ve dünyevî seviyede fevkalade başarılı olmasıdır. İnsanlık; ahlâki, felsefi ve hukuki olarak İslâm’dan daha mükemmel bir din görmemiştir. İnanıyorum ki, Hz. Muhammed gibi her yönüyle mükemmel bir insan bir daha gelmez.”

Prof. Bosworth Smith şöyle demiştir:

“Şöyle bir göz atmakla Hz. Muhammed’in bütün vasıflarını ve kahramanlıklarını görmek mümkündür. Bunlardan bazıları peygamberliğinin ilk günlerinde ve bazıları da peygamberliğinden sonra olmuştur. Eşsiz mucizelerini gördüğüm zaman, O’nu rütbe bakımından insanların en büyüğü ve en yücesi olarak mütalaa ediyorum. Hatta insanlık O’nun bir benzerini görmemiş ve görmeyecektir de…” (Mohammedand Mohammadanism, London 1874)

Prens Bismarc şöyle diyor:

“Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için Allah tarafından geldiği iddia olunan bütün indirilmiş semavî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin Kur’an’ı bu kayıttan azadedir. Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin düşmanları, bu kitabın Muhammed’in zatının eseri olduğunu iddia ediyorlarsa da en mükemmel bir dimağdan böyle bir harikanın meydana gelebileceğini iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki, bu da ilim ve hikmetle izah edilemez.”

“Ben şunu iddia ediyorum ki: Muhammed mümtaz bir kuvvettir. İlahi kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır. Seninle aynı asırda yaşayamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed! Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, heybetli huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.”

Annie Besant şöyle diyor:

“Arabistan’ın bu büyük Peygamberinin hayatını ve şahsiyetini inceleyen; nasıl öğrettiğini ve nasıl yaşadığını bilen herkesin, bu güçlü Peygamber için ürpertici bir saygıyla dolmaması mümkün değildir. Kitabımda söyleyeceklerimin pek çoğu çoklarının bildiği şeyler olsa da ben onları ne zaman yeni baştan okusam, bu Arabistanlı muallim için hep yeni bir hayranlık ve yeni bir saygı duyuyorum.” (The Life and Teachings of Muhammad, Madras, 1932)

İrlandalı dramatist, sosyalist düşünür ve XX.yüzyılın önde gelen tiyatro yazarlarından George Bernard Shaw şöyle diyor:

“İnsanlığın sorunlarının üst üste yığılarak neredeyse çözülmez hal aldığı günümüzde, Hz. Muhammed’e her zamankinden daha fazla muhtacız. Eğer O aramızda olsaydı, bütün bunları oturup bir fincan kahve içme rahatlığı ile çözerdi.”

Meşhur İngiliz düşünür Thomas Carlyle şöyle diyor:

“Kral ve vezirler gibi azamet ve debdebe perdeleriyle gizlenmiş değildi. Kendi hırkasını kendi yamalar, kendi ayakkabısını kendi tamir ederdi. Harbe gider, ashabı ile istişare eder, emirlerini onlarla beraber verirdi. Nasıl bir insan olduğunu her yönü ile kavminin bilmesi için böyle yaptı. Ona artık, siz ne isterseniz öyle deyiniz. Dünyada taç ve ihtişam sahibi hiçbir imparatora, yamalı bir hırka içindeki bu insan kadar hürmet ve itaat edilmemiştir. Yirmi üç yıllık dünya imtihanı, gerçek bir kahraman için lüzumlu bütün unsurları taşımaktadır. İnsanlar her şeyden daha fazla Muhammed’e kulak vermelidir. Diğer bütün sözler, onun karşısında boş sözlerdir.”

1927 Hukuk Kongresi Başkanı Shebol şöyle diyor:

“Hz. Muhammed’in insan olması itibariyle bütün insanlık muhakkak iftihar eder. Çünkü O zat, okuma-yazma bilmemesiyle beraber, on üç asır evvel öyle kanunlar ve esaslar getirmiş ki, biz Avrupalılar 2.000 sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek en mesut ve en saadetli nesiller oluruz.”

Fransız Tarihçisi Alphonse Marie Louis de Lamartine şöyle diyor:

“Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti insan dehasının üç ölçüsü ise, modern tarihin en büyük şahsiyetlerini bile Hz. Muhammed’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir! O şahsiyetlerin en meşhurları ancak maddi kuvvetler kurdular. Hâlbuki Hz. Muhammed maddi kuvveti olmaksızın; orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri, hanedanları ve dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı harekete geçirdi.”

Alman Şair ve Yazar Johann Wolfgang von Goethe şöyle diyor:

“Hiç kimse Hz. Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasip olan bütün başarılara rağmen, bizim bütün kanunlarımız İslâm medeniyetine bakarak çok eksiktir. Biz Avrupa milletleri, büyük medenî imkânlarımıza rağmen, Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız.”

Dr. Gustav Weil şöyle diyor:

“Muhammed, halkının parlak bir örneğiydi. Karakteri tertemiz ve saftı. Evi, yemeği, elbisesi nadir bulunan bir sadeliğin sembolüydü. Yani ne arkadaşlarından gördüğü özel bir saygı şekli vardı, ne de kölelerinin kendisi için yapabileceği bir hizmeti kabul etme iddiasındaydı. Her an herkes için ulaşılabilir bir insandı. Hastaları ziyaret ederdi ve herkese acırdı. Yardımseverliği, cömertliği ve toplumun refahı için çalışma isteği sınırsızdı. (History of the Islamic Peoples)

Mahatma Gandhi şöyle diyor:

“Milyonlarca insanın kalbine tartışmasız hâkim olmuş birinin hayatını öğrenmek istiyordum. Okuyunca kesin olarak inandım ki, o yıllarda İslam’ın bir yer kazanmasında kılıcın bir rolü yoktu. Peygamberin tam olarak kendini geri planda bırakması, sözüne sadakati, vicdanlılığı, onu takip edenlere ve dostlarına özverisi, yiğitliği, korkusuzluğu, üstlendiği görevde Allah’a tam güvenmesi kesin ve yalındı. Bu özelliklerle bir zorluğun üstesinden gelmek için ille de kılıç taşımak gerekmiyordu… Peygamberin hayatını anlatan kitabın ikinci cildini bitirdiğimde, bu muazzam hayata dair daha fazla okunacak bir şey olmayışından dolayı son derece üzgündüm.” (Young India, 1924)

Sana nakledebileceğim daha yüzlerce beyanat var. Ama sözü uzatmamak için bu kadar nakille yetiniyorum. Şimdi bu bilim adamlarının sözlerine karşı ne diyeceksin?

A — Tamam, bazı bilim adamları ve filozoflar böyle güzel sözler söylemiş olabilir. Ama bu sözlerin tam tersini söyleyen yüzlerce bilim adamı da var. Sen bu bilim adamlarının sözlerine karşı ne diyeceksin?

B — Evet, Hz. Muhammed’i inkâr eden bilim adamları da var; ancak arada şöyle bir fark var: O’nu öven ve O’nu kabul edenler, O’nun hayatını araştırarak bu neticeye varıyorlar. O’nu inkâr edenler ise hiçbir araştırma yapmaksızın sadece zanlarıyla ve vehimleriyle konuşuyorlar. Yani bir grubun sözü ilimden ve araştırmaktan geliyor; diğer grubun sözü ise, gözlerini kapamaktan ve cehaletten ileri geliyor. Bu iki gruptan sözü kabul edilecek olanlar, araştırma neticesinde konuşanlardır. Zanlarıyla hükmedenlerin sözü, hakikatte itibarsızdır.

Her ne ise, sen bu delili al ve cebine koy. Diğer bütün delilleri dinledikten sonra bu delile bir daha döner ve ölçümünü o zaman yaparsın. Ben şimdi üçüncü delilime geçiyorum:

ÜÇÜNCÜ DELİL

Küçük bir topluluk düşün… Bu topluluk son derece inatçı ve âdetlerine son derece bağlı bulunsun ve bu âdetler onların damarlarına kadar karışıp benliklerine işlemiş olsun. Sen de -faraza- böyle bir toplulukta büyük bir hâkimsin. Acaba büyük bir hâkim olmakla birlikte, çok çalışıp gayret göstererek bu küçük ve inatçı kavimdeki kaç âdeti değiştirip yerlerine güzel ahlâkı tesis edebilirsin?

Bu soruya cevap vermeden önce şunları da bir düşün:

– Bir baba, öz evladındaki kötü bir ahlâkı onlarca nasihatine rağmen bazen değiştiremiyor.

– Bir öğretmen, o kadar çabasına rağmen bazen bir öğrencinin kötü ahlâkını yok edemiyor.

– Bunca kanun koyucu, şiddetli cezalara rağmen hırsızlık gibi bir suçu önleyemiyor.

– Bir doktor, sigara gibi küçük bir alışkanlığı bir tiryakiye bıraktıramıyor. Hayati tehlikesi olduğunu söylemesine rağmen sigaradan onu vazgeçiremiyor.

– Hatta nice padişahlar gelmişler, o kadar kuvvet ve ihtişamlarıyla, ufak tefek adetleri kaldıramamışlar. Ne kadar yasaklasalar ve ceza verseler de o işin önüne geçememişler.

Şimdi, acaba sen büyük bir hâkim olsaydın, inatçı ve âdetlerine son derece bağlı bir topluluktan kaç âdeti, ne kadar zamanda kaldırabilirdin?

A — Valla ne yalan söyleyeyim, benim sözüm daha evladıma geçmiyor. Ona bile birçok şeyi yaptıramıyorum. Başkalarına ne yaptırabilirim ki? Hem de damarlarına kadar işleyen adetlerini kaldıracağım. Herhalde bu hayal olur…

B — İnsafla konuştun ve doğru söyledin. Büyük bir hâkim, inanç ve adetlerine bağlı küçük bir topluluktan, küçük bir âdeti ve zayıf bir hasleti kolaylıkla kaldıramaz. Peki, sana bir şey daha soracağım:

Sen bir zatı görsen: Hâkim falan değil. Maddi hiçbir imkânı ve zorlayıcı hiçbir kuvveti yok. Hem öyle bir kavim ki, bu kavim hem gayet kalabalık, hem de inanç ve adetlerine son derece bağlı. Hatta bu inanç ve adetler onların ikinci fıtratı olmuş.

Şimdi, hâkim olmayan ve zorlayıcı hiçbir kuvveti bulunmayan bu zat, bu kavmin inançlarını tamamen değiştirse; onların kötü ahlâklarını yok edip, yerlerine en güzel ahlâkı tesis etse ve bunu çok kısa bir zamanda yapsa, bu zatın harikulade bir zat olduğundan şüphe eder misin?  

A — Etmem herhalde. Eğer dediklerini yapmışsa, onun harikulade olduğunu kabul ederim. Ama bunu yapabilecek biri var mıdır?

B — Hz. Muhammed (sav) bunu yapmıştır. O, küçük bir kuvvet ve küçük bir himmetle, birçok büyük âdetleri, hem de inatçı ve âdetlerine aşırı derecede bağlı bir kavimden, az bir zamanda kaldırmış ve yerlerine öyle yüksek bir ahlâkı yerleştirmiştir ki, bunun tarihte emsali yoktur.

Sana öyle bir asırdan bahsediyorum ki, sadece şunu bilsen tüylerin ürperecek: Kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar…

Bu gömme işlemindeki metotlardan birinde bu işi bizzat anne yapıyor. Şöyle ki:

Nikâh sırasında verilen karara göre, anne doğumunu, çölde açılan bir çukurun yanında gerçekleştiriyor. Çocuk eğer erkek ise kundaklayıp alıyor, fakat kız doğduğu takdirde hemen çukura atıp üzerine toprak dolduruyor ve kabilenin diğer kadınları da bu olaya tanıklık ediyorlar.

En yaygın uygulama ise, kız çocuğunun yedi yaşına geldiğinde öldürülmesi… Baba, anneye ölüm şifresini, “Kızı hazırla da dayısına götüreyim.” şeklinde veriyor. Hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı kız çocuğu, en güzel elbisesini giyip süslendikten sonra babasının elinden tutarak çöle doğru yol alıyor. Bir akraba ziyaretinin sevinci ve neşesiyle…

Daha önceden hazırlanmış ölüm kuyusunun başına geldiklerinde, baba bir şey arıyormuş gibi kuyuya eğiliyor, onunla beraber yedi yaşındaki masum kız da… Sonra kendi babası tarafından bir çöl kuyusuna savrulan kız çocuğunun feryatları… Ve babanın, çocuğunun üzerini toprakla doldurması… Tarihler Asım oğlu Kays isminde bir bedevinin bu vahşeti tam on iki kez tekrarladığını anlatıyor.

Bir kısım ana-babalar ise, kız çocuğunun utancıyla yaşamayı seçiyor ve nesiller bu şekilde devam ediyor.

Şimdi bir düşün, bir anne, bir baba, kızını diri diri toprağa gömebiliyor. Böyle bir vahşet ve böyle bir merhametsizliğin hâkim olduğu zamanda, Hz. Muhammed (sav) peygamber olarak gönderiliyor. Ve çok kısa bir zaman sonra bu kavim, bir karıncayı incitemeyecek derecede merhamete sahip oluyor. âdeta her biri bir şefkat kahramanı kesiliyor.

Bu emsalsiz icraatın sahibi olan zatın peygamberliğini nasıl kabul etmezsin? Ve bunu etmediğinde, O’nun icraatını neyle izah edersin?

İslam öncesi Arap toplumunun vahşet düzeyi için söyleyeceğimiz her söz eksik ve her örnek yavan kalır. Ama bu vahşeti biraz daha iyi anlayabilmen için devam edelim:

Savaş ve baskınlarda esir alınan insanlar ya satılıyor ya da zevk için diri diri yakılıyor.

Suçun kişiselliği diye bir kavram bilinmiyor. Suçlu yakalanamamışsa, ceza ele geçen yakınlarına veriliyor.

Boğarak öldürme gibi suçlarda hem suçlu hem de onun yakınlarından üç kişi daha öldürülüyor. Bu gibi uygulamalar da doğal olarak kan davalarını başlatıyor. Kan davaları her yeri kuşatmış…

Ölmek üzere olan biri, eğer elli kişiyi kendi yerine öldürmeyi adamışsa, bu adak onun yakınları için mutlaka yerine getirilmesi gereken bir şart oluyor. Ve bir kişiye karşılık elli kişi öldürülüyor.

Hayvanlar canlı canlı kesiliyor ve etleri bu şekilde yeniliyor. Kanları akıtılarak olduğu gibi içiliyor. Bazen de kan önce kaynatılıp, bazı tatlandırıcı bitkiler de üzerine eklenerek içiliyor. İçecekleri kan olan bir kavimden bahsediyorum…

Çıplaklık yaygın ve ayıp kabul edilmeyen bir olay… Yol ortasında ihtiyaç gidermek, herkesin gözü önünde yıkanmak, mahrem yerlerinin açılmasına aldırmamak normal kabul ediliyor. İbadetler bile bu sapkınlıktan nasibini almış.“İçinde günah işlediğimiz elbiselerle Tanrımıza ibadet edemeyiz.” anlayışıyla Kâbe’de anadan doğma tavaf ediliyor.

İçki alışkanlığı o boyutlara varmış ki, lisanlarında hepsi de içkiyi ifade etmek üzere kullanılan kelimelerin sayısı yüzün üzerinde.

Kumara gelince, böyle bir toplumsal çürüme içerisinde kumarın da müstesna bir yeri olacağı belli. Bazıları her şeyini kaybettikten sonra son olarak kendini oyuna koyuyor ve o kez de kaybettiği takdirde kazanan tarafın kölesi haline geliyor. Yani köle olma kabullenilerek kumar oynanıyor…

Putperestlik son derece hâkim… Mekke dışına çıkması gereken biri, şehrine ve Kâbe’ye duyduğu bağlılığın eseri olarak yanında Kâbe duvarından alınmış bir taş götürüyor. Sonraları dışarıdan başka taşlar da Mekke’ye getirilmeye başlanıyor, Kâbe bunlarla dolu…

Araplar şeklini beğendikleri her taşa “Bu bizim Tanrımızdır.” diyerek tapınıyor. Daha güzelini bulduklarında ise eskisini bırakıp onu Tanrı yapıyorlar. Kazara çölde putsuz kaldıkları zaman, koyun sütüyle çöl kumunu harç yaparak güneşte kurutuyor ve ona tapınmaya başlıyorlar. Ya da uzun yolculuklara çıkacakları zaman küçük heykelcikler şeklinde un helvası yapıp, yol boyunca onlara tapınıyor ve yiyecekleri tükendiğinde ise oturup o helvadan Tanrıları yiyorlar.

Yanlarında taşıdıkları oyulmuş Tanrıları -kazara- deveden düşürdükleri zaman da inip almaya üşeniyor ve birbirlerine “Tanrınız düştü, kendinize yeni bir tanrı bulun.” diyorlar.

Mola verdikleri yerde ilk iş olarak dört tane iri taş buluyorlar. Bu taşlardan üçünü ocak yakmakta kullanıp, en güzel olanını da başköşeye oturtuyor ve Tanrı olarak etrafında tavaf ediyorlar.

Her evin putu başka başka… Aile üyeleri evden çıkarken son olarak putlarını selamlıyor ve geri döndüklerinde de ilk iş olarak yine puta saygılarını sunuyorlar. Bir de kabilelerin ortak putları var ki, bunlar genellikle Mekke’de Kâbe civarında; sayıları üç yüz altmıştan fazla.

İnanç biçimleri bütünüyle saçma… Ölünün mezarına bir deve bağlayıp hayvan açlıktan ölünceye kadar orada tutuyorlar. Sözde, kıyamet günü ölü mezardan kalkınca o deveye binecek!

Kuraklık zamanlarında ise, bir ineğin kuyruğuna bir demet çalı bağlayıp tutuşturarak ineği dağlara salıyorlar ve böylece yağmurun yağacağına inanıyorlar.

Münazaramızın odak noktası, o asırda Arapların durumu olmadığından örnekleri çoğaltamıyorum. Keşke vaktimiz olsaydı da o asrı sana detaylı bir şekilde anlatabilseydim. Ama herhalde verdiğim örnekler bir nebze de olsa o asrın durumunu anlamana yetmiştir.

Şimdi sana soruyorum: Evlatlarını diri diri toprağa gömebilecek kadar merhametsiz, her türlü kötü ahlâkı icra edebilecek kadar vahşi ve hadsiz batıl âdetlerde mutaassıp olan o asrın insanları, Hz. Muhammed (sav)’in dersiyle ve terbiyesiyle, kısa bir zamanda öyle bir değişime uğradılar ki, âleme rehber ve muallim; insanlara mürşid ve imam oldular. Acaba böyle harikulade icraatı yapabilen bir zatın, Allah’ın peygamberi olmamasına hiç imkân ve ihtimal var mıdır?

A — Bu değişiklikleri yaptığını nereden biliyoruz?

B — Biliyoruz, çünkü tarih ve siyer kitapları bizlere böyle naklediyor. Bütün tarihi ve siyeri araştırsan, sana çizdiğim resimden başkasını göremezsin. Bütün tarihi ve siyeri yalanlayacak değilsin ya…

A — Hadi anlattıkların doğru diyelim. Bu, o zatın peygamber olduğuna delil midir? Tarihte kimse bunun benzerini yapamamış mı?

B — Bu, tek başına, O zatın peygamberliğine delildir ve tarihte böyle bir inkılâbı kimse yapamamıştır. Batılı bilim adamları da bu noktada ittifak etmiştir. Onların sözlerden bir kısmını İkinci delilde nakletmiştim. Şimdi sana soruyorum: Kimsenin yapamadığını yapan bu zat, eğer peygamber değilse nedir?

Bak, sen, sözüm çocuğuma bile geçmiyor, diyorsun. Hâlbuki bu zat, düşmanlarına bile sözünü geçirmiş ve onları kendine itaat ettirmiş. Kalplerinin sevgilisi ve akıllarının muallimi olmuş.  Güzel ahlakın her neviyle onları donatmıştır…

Sana şunu teklif ediyorum: Haydi yüzlerce filozofu yanına alarak o asra git ve tam yüz sene çalış.  Acaba O zatın, bir senede yaptığı icraatın yüzde birini yüz senede yapabilecek misin?

Bu delili, aklının ve vicdanının terazisine bırakıyorum ve dördüncü delile geçiyorum.

DÖRDÜNCÜ DELİL

Bu delilde, Hz. Muhammed (sav)’in sahip olduğu vasıfları ve zatının kemalini tahlil edeceğiz. Yani bu delilde, Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğine, güzel ahlakını ve zatının kemalini delil yapacağız. Öyle ya, Güneş’in varlığını ispat etmek için, Güneş’in kendisi yeter. Başka şeylere müracaat edip yorulmaya gerek yoktur. Kim başını kaldırıp semaya baksa, âleme nurunu saçan Güneş’i çıplak gözüyle görebilir.

Aynen bunun gibi, kim de Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini görmek isterse, O’nun zatına bakması yeterlidir. Zira sahip olduğu sıfatlara ancak bir peygamber sahip olabilir.

Sunacağım delilin özü şudur: Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğine; Allah’a olan sarsılmaz imanı, takvası, dünyaya karşı zühdü, cesareti, ibadeti, tevazusu, cömertliği, affı, merhameti, güvenilirliği, metaneti ve güzel ahlakın diğer bütün hasletleri delildir. Bütün bu güzel hasletler bu zatta zirve seviyede bulunuyordu. Güzel ahlakın böyle her nevine zirve seviyede sahip olmak ve bu hasletleri zıtlarına inkılâp ettirmemek, ancak bir peygambere nasip olabilir.

  • Yani hem çok cömert olacak, hem de asla israf yapmayacak.
  • Hem çok cesur olacak, hem de asla zulmetmeyecek.
  • Hem çok tevazu sahibi olacak, hem de asla zillete düşmeyecek.
  • Hem çok affedici olacak, hem de Allah’ın hakkını asla çiğnetmeyecek…

Bunlar gibi, bir kimsenin bir sıfata zirve seviyesinde sahip olup, o zirveye yakın duran kötü bir haslete düşmemesi çok zordur. Kişi tek bir sıfat da bile bunu zor yakalar. Mesela, çok cömerttir, ama israf da yapar. Çok cesurdur, ama cesareti sebebiyle zulüm de işler. Çok ibadet eder, ama ibadetini beğenerek riyaya veya ucba düşer. Hâlbuki Hz. Muhammed (sav) böyle değildi. O hem güzel ahlakın her hasletinin zirvesindeydi, hem de asla o zirveye yakın kötü bir haslete düşmezdi.

Bu delilin hakkını vermek çok uzun zaman ister. Bu sözüme binlerce siyer ve tarih kitapları şahittir. Zira Peygamberimizin güzel ahlakını anlatan ciltler dolu kitap yazılmıştır. Meselenin detayını bu kitaplara havale ederek sadece bu zatın Allah’a imanındaki kuvvetine bakalım:

Nasıl bir iman ki bu, diğer semavi din mensupları O’na karşı; kendi kavim ve kabilesi, hatta amcaları O’na karşı; bütün devletler ve dünya O’na karşı; ama bu durum zerre miktar O’nu davasından vazgeçiremiyor. Zerre miktar telaşa ve tereddüde düşüremiyor.

“Dünyayı önüne serelim, sen bu davadan vazgeç.” diyorlar, O: “Bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseniz ben bu davadan vazgeçmem.” diyor. Bütün sıkıntılara sabrediyor. Kimse O’nu, imanından zerre miktar çeviremiyor.

Bırak sahip olduğu diğer sıfatları, sadece imanını anlatmak için bile saatlerce konuşmak lazım.

Sana şunu soruyorum:Bütün güzel sıfatları zatında toplayan bu zat, “Ben Allah’ın peygamberiyim.” diyor ve peygamberliğini yüzlerce mucize ile teyit ediyor; sen bu zatın sözüne nasıl inanmaz ve O’nu yalancılıkla nasıl itham edersin?

A — Bütün güzel sıfatlara sahip olduğunu nereden biliyoruz ki? Belki de bunları sen uyduruyorsun?

B — Biliyoruz, çünkü tarih ve siyer bunları bize naklediyor. Tarih ve siyer kitapları ortada, sen de araştır, eğer O zatın kemaline dair farklı bir şey bulursan, gel göster. Ama bütün tarihi didik didik etsen, böyle bir şey bulamazsın.

A — Ya bunları kim yazmış? O zatın, dediğin gibi olduğu hangi kitaplarda yazıyor?

B — Peygamber Efendimizin hâl ve hareketleri İslam’ın kaynağıdır. Bu sebeple sahabeler Peygamberimizin her hareketini ve hâlini kaydetmişlerdir. Daha sonra bu kayıtlar senetleriyle birlikte bizlere kadar ulaşmıştır.

Bu hakikate İngiliz bilim adamı olan John Davenport şöyle diyerek dikkat çekiyor:

“Meşhur peygamberler ve fatihler arasında, tarih-i hayatı, Hz. Muhammed’in tarihi gibi, en ince teferruatına kadar, en sağlam şekilde kayıt ve zapt olunan bir kimse gösterilemez.”

Bak, bırak İslam âlimlerini, John Davenport bile Peygamberimizin hayatının titiz bir şekilde kaydolduğunu ve tarihte hiç kimsenin hayatının böyle en ince teferruatına kadar kaydedilmemiş olduğunu söylüyor. Yani tarih, Peygamberimizin aldığı nefesleri bile kaydetmiş.

A — Hadi öyle diyelim. Ama sadece güzel ahlaka sahip diye birisine peygamber diyemeyiz ki? Güzel ahlaka sahip olan bunca insan var, hepsi peygamber mi?

B — Ama Peygamberimizin onlardan farkları var. İlk önce, Peygamberimiz güzel sıfatların tamamına, hem de zirve seviyede sahip. Diğer güzel insanlar ise sadece bir iki sıfata sahip olabiliyor. Ayrıca bu zat, “Ben Allah’ın peygamberiyim.” diyor, diğerlerinin ise böyle bir iddiası yok. Yine bu zat, iddiasını yüzlerce mucize ile teyit etmiş, diğerlerinde ise bu mucizeler yok.

Yani biz sadece, “Güzel ahlâkı var, o halde peygamberdir.” demiyoruz. O zat “Ben peygamberim.” dediği için, sözünün doğruluğu, hayatıyla mukayese ediyoruz. Acaba yalan söyler mi? Acaba dünyaya düşkün mü? Acaba zulmeder mi? diye sıfatlarına bakıyoruz. Sonra görüyoruz ki, kötü ahlakın zerresi O’nda yok, güzel ahlakın her hasleti ise O’nda zirve seviyede bulunuyor. Sonra bütün diğer delilleri de üst üste koyuyor ve bu zatın peygamberliğine öyle hükmediyoruz. Yoksa hükmümüz, sadece bu zatın güzel ahlakına dayanmamaktadır.

Şimdi sana bazı genel kaideler sunacağım, üzerlerinde mütalaa yaparız:

Birinci genel kaide şudur:“Doğuştan sürmeli göz, sonradan sürmeli göz gibi değildir.” Yani fıtri olanla olmayan hemen ayrılır. Suni ve yapmacık olan bir şey, ne kadar mükemmel de olsa tabiinin yerini tutamaz. Ondaki sunilik ve yapmacıklık hali, ehli dikkatin nazarından asla gizlenemez.

Şimdi bu kaideyi, Hz. Muhammed (sav) hakkında düşünelim: Eğer O’nun imanı, ibadeti, takvası, cesareti gibi sıfatları fıtri olmasaydı ve O bu sıfatları suni bir şekilde takınmış olsaydı, yani hareketlerinde yapmacıklık olsaydı, her halini izleyen sahabelerin dikkatinden bu asla kaçmazdı. Hemen suni ve yapmacık hareketleri hisseder ve yüzlerini O zattan çevirirlerdi. Ama bu kadar dikkatli incelemelerine rağmen, suni hiçbir hareketini görememişler ve her hareketindeki fıtriliğe parmak basmışlar. Bu da O zatın bu sıfatlarda yapmacık olmadığına işaretle peygamberliğine delalet eder.Buna karşı diyecek bir sözün var mı?

A — Yani… şey… Yani sen diyorsun ki, fıtri olan ile suni olan bir olmaz. Suni olandaki yapmacık haller eninde sonunda onu ele verir.

B — Evet, aynen böyle diyorum. Hem şunu da unutma, yakın olanlar birbirini taklit edebilir, uzak olanlar ise birbirlerini taklit edemezler. Mesela, bir albay bir generali taklit edebilir ve insanları aldatabilir. Ancak bir çoban bir generalin tavrını takınarak insanları aldatamaz. Sathi nazarları kısa bir süre aldatabilse de yapmacık tavırları ehli dikkatin nazarından kaçmayacak ve general olmadığı kısa bir süre sonra anlaşılacaktır.

Yine bir ağustos böceği Güneş’i; bir sinek kartalı taklit edemez. Çünkü birbirlerinden gayet uzaktırlar.

Aynen bunlar gibi, peygamber olmayan zat da bir peygamberi taklit edemez. Zira aralarında uzaklık vardır. Eğer taklit etse, kısa bir zaman insanları aldatabilir. Ancak yapmacık tavırları dikkat ehlinin nazarından kaçamayacak ve eninde sonunda foyası ortaya çıkacaktır.

Peygamber olmayan birisi, ancak bir peygamberde bulunabilen; imandaki nihayetsiz kuvvet, takva, dünyaya karşı zühd, cesaret, cömertlik ve zirve mertebede bulunan diğer sıfatları nasıl taklit edebilir? Bu sıfatlara sahip olmayan birisinin, kendisini bu sıfatlara sahipmiş gibi göstermesi ne kadar devam edebilir?

Eğer Hz. Muhammed (sav) peygamber olmasaydı, çok kısa bir zaman sonra peygamber olmadığı anlaşılırdı. Hâlbuki o kadar dikkatli nazarlar altında hiçbir yapmacıklığı hissedilmemiş. Tarih ve siyer O’nun güzel ahlakını ve sıfatlarını anlatmakla bitiremiyor. Bu da ispat eder ki, o zat yapmacık tavırlar takınmıyor, her hâli fıtridir. Bu durum da ancak O zatın Allah’ın peygamberi olmasıyla izah edilebilir.

Birinci kaide için, yaptığımız bu izah yeterlidir. Eğer itirazın varsa söyle, yoksa 2. kaideye geçeceğim.

A — Şimdilik diyecek bir şey bulamıyorum. Burada susma hakkımı kullanacağım. Sen İkinci kaideyi anlat bakalım:

B — İkinci genel kaide şudur: Güzel ahlakın hakikat zeminiyle olan bağı doğruluktur. Doğruluk, âdeta kalbin vücuda kanı pompalaması gibi, güzel ahlakın her hasletine kan pompalar. Bütün güzel hasletler, ancak sıdk ve doğruluk ile hayat bulabilirler. Bir kişide doğruluk yoksa, güzel ahlak o kişide yerleşmez ve bütün güzel hasletler ölür gider.

Güzel ahlakı bir ağaca benzetsek ve her güzel haslet bu ağacın bir meyvesi olsa; sıdk ve doğruluk bu ağacın suyu ya da kökü olurdu. Nasıl ki ağaca su verilmezse ya da kökü kesilirse ağaç kuru gider ve meyveleri çürür; aynen bunun gibi, güzel ahlak ağacının suyu ve kökü olan sıdk ve doğruluk olmazsa, diğer bütün hasletler yok olup gider. Bütün güzel hasletlere hayat veren, kuvvet veren, onların devamını sağlayan yalnız sıdk ve doğruluktur.

Sen yalan söyleyen ve insanları aldatan birisinde; takva, zühd, samimiyet, cesaret gibi sıfatları bulabilir misin? Bulamazsın, nerde kaldı, bütün güzel hasletler, hem de zirve seviyede onda olacak…

Bu genel kaideyle, şimdi Hz. Muhammed (sav)’e bak, O, güzel ahlakın bütün hasletleriyle donatılmıştı. Bu da O’nun sıdkına ve doğruluğuna işaret eder. Zira doğru olmasaydı, o güzel hasletler onda asla gözükmeyecekti. Zira doğruluk  gittiği zaman, güzel ahlak kurur ve meyveleri çürür gider. O zaman:

  • Madem O zat, güzel ahlakın her hasletiyle donatılmıştır o halde mutlaka sıdk ve doğruluk sahibidir. Zira öğrendiğimiz İkinci kaideye binaen, doğru olmasaydı, ahlakı bu derece güzel olamazdı.
  • Ve madem sıdk ve doğruluk sahibidir, o halde her dediği doğrudur ve yalanı olamaz.
  • Ve madem her dediği doğrudur, o halde bu zat Allah’ın peygamberi olmalıdır. Zira bu zat, “Ben Allah’ın peygamberiyim.” diyor. Her halinde son derece sadık ve doğru olan birinin böyle bir meselede yalan söylemesi mümkün değildir.

Şu noktaya da dikkat et: Eğer bu zat doğru söylemiyorsa, o zaman -hâşâ yüz bin defa hâşâ- Allah’a iftira ediyor ve yalan söylüyordur. Öyle ya, bu ikisinin ortası yoktur. O, ya doğruların en doğrusudur. Ya da -hâşâ yüz bin defa hâşâ- Allah’a iftira edebilecek kadar haddi aşmış, yalancıların en yalancısıdır. Bu ikisinin ortası yoktur.

Şimdi sen, güzel ahlakın her neviyle donatılan bu zatın, yalancıların en yalancısı olmasına ihtimal verebiliyor musun? Buna, Şeytan bile ihtimal verdiremez.

A — Şey… yani… Evet, dediklerin mantıklı… Sıdk ve doğruluk, bütün güzel hasletlerin başıdır. Baş olmazsa gövde yaşayamaz. Onlar da olmadan güzel ahlakın varlığı ve devamı söz konusu değildir.

Yaptığın yaklaşım da güzel… O zatta bütün güzel hasletler var, o halde sadık ve doğru olmalıdır. Doğru olmasaydı, O’nda gördüğümüz güzel ahlakı göremezdik ve bu güzel ahlak zıddına inkılâp ederdi.

Dediklerini anlıyorum, mantıklı geliyor ve kabul de ediyorum, bunları alıp cebime de koyuyorum, ama O’na iman etmek zor geliyor. İnsan bir anda kendini değiştiremiyor. Biraz daha seni dinlemeyi tercih ediyorum.

B — Tamam öyleyse, şimdi sana Üçüncü kaideyi söyleyeyim. Üçüncü kaide şu:Birbirine uygun işlerde birbirlerine karşı bir meyil ve yakınlaşma vardır. Birbirine zıt işlerde ise, birbirinden kaçış ve uzaklaşma vardır. Mesela: Gece ve gündüz birbirine zıttır. Bu sebeple ikisi aynı anda var olmaz. Gece gelirse, gündüz gider; gündüz gelirse, gece gider.

Yine açlık ve tokluk birbirine zıttır. Tokluk gelirse açlık gider; açlık gelirse tokluk gider.

Yine yaz ve kış birbirine zıttır. Yaz geldiğinde kış gider; kış geldiğinde de yaz gider. İkisi yan yana bulunamaz.

Yine bu kaideye binaen, şeytanlar meleklere karışamaz ve onlarla dost ve arkadaş olamaz.

Maddiyatta cereyan eden bu kural, maneviyatta da geçerlidir. Şimdi bu kaideyle Hz. Muhammed (sav) bak:

  • Madem zıtlar bir arada toplanamıyor; o halde güzel ahlak ile kötü ahlak da bir insanda bir arada bulunmayacaktır.
  • Ve madem tarih ve siyerin şehadetiyle, Hz. Muhammed (sav) güzel ahlaka ve doğruluğa zirve seviyede sahiptir, o halde asla yalana tenezzül etmeyecek ve yalan onda bulunmayacaktır.
  • Ve madem yalan onda bulunmayacaktır, o halde söylediği her söz hak ve her işi doğru olacaktır.
  • Ve madem söylediği her söz doğru olacaktır, o halde o zat Allah’ın peygamberi olmalıdır. Zira yirmi üç sene boyunca ısrarla “Ben Allah’ın peygamberiyim.” demiş ve bütün davasını bu söz üzerine bina etmiştir.

Şimdi, bu Üçüncü kaideye ve ulaştığımız neticeye karşı diyecek bir sözün var mı?

A — Bu da mantıklı… Zıtlar bir arada cem olamıyor. Yani bir insan hem sadık hem yalancı, hem takva sahibi hem günahkâr, hem cömert hem cimri, hem merhametli hem merhametsiz, hem imanı var hem imanı yok, hem zühd sahibi hem dünyaya düşkün olamıyor. Yani iki farklı sıfata aynı anda sahip olunamıyor. Gece geldiğinde gündüzün gitmesi gibi, kötü bir haslet geldiğinde güzel haslet gidiyor, güzel haslet geldiğinde de kötü haslet gidiyor.

Bundan da şu anlaşılıyor: Ya bu zat dünyanın en doğru insanıdır ya da en yalancı insanı… Doğru insanı dediğimizde, peygamberliğini de kabul etmek zorunda kalıyoruz. Yalancı insanı dediğimizde de karşımıza tarih ve siyerin naklettikleri güzel ahlakı çıkıyor. Tarih ve siyer bizi yalanlıyor.

B — Maşallah, güzel anlamışsın, dediğimi güzelce özetledin. Bu durumda sen neyi kabul ediyorsun?

A — Ben şu an diyecek bir şey bulamıyorum. Bunları daha önce hiç düşünmemiştim.

B — Zaten inkâr edenlerin ortak özelliği düşünmemiş olmalıdır. Eğer düşünselerdi inkârın mümkün olmadığına karar verirlerdi. Sen biraz daha düşün öyleyse… Ben şimdi sana Dördüncü kaideyi söyleyeyim. Dördüncü kaide şu: Toplamda bir kuvvet bulunur ki, fertte bu kuvvet bulunmaz.

Mesela, kalınca bir halatı, çekmekle koparamazsın. Ama halatı oluşturan ince ipleri kolayca koparabilirsin.

Şimdi bu kaideyle Hz. Muhammed (sav) bakalım: Bu zatın peygamberliğine dair yüzlerce delil vardır. Bu deliller bir araya gelerek kopmaz bir urgan oluyor. Bu zatın peygamberliğini inkâr edebilmek için, bu urganı koparman lazımdır. Benim her maddede sana bahsettiğim deliller, bu kopmaz urganın ince ipleridir. Her bir delili ince bir ip kabul ettiğimizde, yüzlerce delil bir araya gelerek kopmaz bir urganı meydana getiriyorlar.

Eğer sen bu zatın peygamberliğini inkâr etmek istiyorsan, ince iplerden birkaçını değil, urganın kendisini koparmalısın. Yani peygamberliğine ait bütün delilleri çürütmelisin. Yoksa benim sana anlattığım bir delili zayıf bulup tenkit ederek O zatın peygamberliğini inkâr edemezsin. Ama şunu da unutma, zayıf bir delil, arkadaşları olan kuvvetli delillere yaslanarak kuvvet bulur. Artık o da kopmaz bir hale gelir. Şimdi bu 4. kural hakkında ne diyorsun?

A — Bunu da iyi anladım. İnce iplerin birleşerek kopmaz kalın bir urganı oluşturması gibi, deliller de birleşerek çürütülemez bir kuvvete sahip oluyorlar. Sadece bir delili çürütmekle dava yok edilemiyor. Tamamını çürütmek z


Kesim Videoları
Telefon
WhatsApp

Çerez Kullanımı

Kullanıcı deneyiminizi geliştirmek ve hizmetlerimizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için yasal mevzuata uygun çerezler kullanılır. Web sitemizi kullanarak bu çerezleri kabul etmiş olursunuz.

kurban bağışı