![image desc](https://www.gulistandernegi.org/img/allah-insanin-yapacagi-fiilleri-bilmez-iftirasi.jpg)
Allah insanın yapacağı fiilleri bilmez iftirası…
Soru Detayı– Bazı kimseler ve onları takipçileri, Allah’ın insanın yapacağı fiilleri bilmediğini iddia ediyorlar. Ayrıca, Tebbet suresinin Ebû Leheb’in ölümünden sonra nazil olduğunu söylüyorlar. Bu kesim, Allah’ın ğaybı bildiğini fakat imtihan olan yerlerde bilmediğini söylüyorlar.
– Allah’ın imtihanı da bildiğine Kuran’dan ve hadisten delil istiyorum.
– Allah’ın gayb bilgisinin imtihan için de geçerli olduğunu gösteren görüşlerini istiyorum.
– Lütfen vesvese deyip geçiştirmeyin. Hem kendim hem arkadaşlarım için saydığım hususlarda net cevaplar istiyorum.
Değerli kardeşimiz,
- KADERİ İNKÂR ETMEK NELERİ KABUL ETMEYİ İKTİZA EDER?
-
Ne acayip bir zamanda yaşıyoruz! Kimi kendini yaratan Allah’ı inkâr ediyor; kimi de Müslüman olduğunu iddia edip, inandığı Allah’ın ilmini inkâr ediyor!
Bir kâfirin, Allah’ın her şeyi kuşatan ilmini inkâr etmesini hadi bir derece anladık diyelim.
— Peki, Müslüman’ım diyen ve sözüm ona ilim sahibi olduğunu iddia eden kişinin Allah’ın ilmini inkâr etmesini neyle izah edeceğiz?
Cahillikle mi? Art niyetle mi? Yoksa bu dini bozma gayretiyle mi?
İlk önce, kaderi inkâr eden bu kişilerin sözlerine kulak verelim. Onlar şöyle diyorlar:
— Kader inancı tüm batıl dinlerin ortak saplantısıdır.
— Allah sizin kiminle evleneceğinizi bilseydi evlenmeyle ilgili yasa koyar mıydı?
— Tabii ki Cenab-ı Hakk’ın ilmi çok geniştir. Ancak olmayan bilinir mi?
— Biz kaderi irademiz olarak biliriz. İrademiz kaderimizdir…
Sözleri işittiniz. Kaderi inkâr eden bu kişilere göre, bizim bildiğimiz manada kader diye bir şey yokmuş.
Eğer onların dediği gibi kader diye bir şey yoksa, bu durumda, -onların itikadına göre- Allahu Teâlâ bizim yapacağımız şeyleri bilmiyor; biz ne zaman yaparsak o zaman öğreniyor.
Zira kader, Allah’ın bizim yapacaklarımızı bilmesi ve bunu bir defterde kaydetmesidir. Eğer Allah yapacaklarımızı biliyorsa kader vardır. Bilmiyorsa ve biz yaptıktan sonra öğreniyorsakader yoktur.
Başka bir ifadeyle: “Kader vardır.” demek, “Allah bizim yapacaklarımızı daha yapmadan önce biliyor ve bunu bir defterde kaydetmiştir.” demektir. “Kader yoktur.” demekse, “Allah bizim yapacaklarımızı bilmiyor; ne zaman yaparsak o zaman öğreniyor.” demektir.
Şimdi, “Kader yoktur.” sözünün neticelerini maddeleyelim. Maddeleyelim ki bu sözün ne büyük cinayetleri netice verdiği daha net anlaşılsın.
1. Eğer Allah bizim ne yapacağımızı bilmiyorsa zamanla kayıtlıdır. Hâlbuki bizim inancımıza göre, Allah zamandan münezzehtir. Demek, kaderi inkâr, zamanla kayıtlı olan bir Allah inancını netice veriyor.
2. Eğer Allah bizim ne yapacağımızı bilmiyor ve yaptığımızda öğreniyorsa, Allah âlim değil -haşa, yüz milyon kere haşa- cahildir. Çünkü bilene âlim, bilmeyene cahil denir. Eğer Allah bizim ne yapacağımızı bilmiyorsa bu hususta cahil olmuş olur. Demek, kaderi inkâr, cahil olan bir Allah inancını netice veriyor.
3. Eğer Allah bizim ne yapacağımızı bilmiyor ve yaptığımızda öğreniyorsa, Allah’ın ilmi devamlı artmakta ve Allah her an yeni şeyler öğrenmektedir. Demek, kaderi inkâr, her an ilmi artan ve yeni şeyler öğrenen bir Allah inancını netice veriyor.
İşte kaderi inkâr edenler, zamanla kayıtlı olan, cahil olan ve her an yeni şeyleri öğrenmekle ilmi artan bir Allah’a inanıyorlar. Onların Allah hakkındaki itikatları bu…
— Bu inanca sahip olana Müslüman denir mi?
Cevabı sizlerin vicdanına bırakıyorum.
Bu eserde bu batıl fikri çürütüp, “kadere imanın” imanın bir şartı olduğunu kati bir şekilde ispat edeceğiz.
Kaderi inkâr eden kişiler iki şeyi bilmiyorlar:
1. Allah’ın ezeliyetinin manasını bilmiyorlar.
2. İlmin maluma tabi olması kaidesinden habersizler.
Bu iki meseleyi izah ettiğimizde, kader hakkında konuşan bu kişilerin ne kadar yanıldıklarını ve şaşırdıklarını çok iyi anlayacağız.
Şu meseleyi de izah etmek istiyorum:
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: Kader hakkında konuşmayın, zira kader Allah’ın sırrıdır. Allah’ın sırrını açıklamaya kalkmayın!
Bu hadis-i şerif, bizi kader meselesini konuşmaktan ve bu meseleyi anlamaya çalışmaktan menetmemektedir. Zira bu hadiste anlatılmak istenen farklı bir şeydir. Şöyle ki:
Kader ikiye ayrılır:
1. İnsanın kendi iradesiyle ilgili olan kısım.
2. İnsanın iradesinin karışmadığı, onun irade ve kuvveti dışında meydana gelen hadiseler.
– Bir insanın erkek veya kadın olması
– Dünyaya geleceği zaman dilimi
– Doğup yaşayacağı belde
– Yaşayacağı ömür müddeti
– Anne ve babasının kim olacağı
– Sakat veya sağlıklı, güzel veya çirkin, zengin veya fakir olması…
gibi hususlar bu ikinci kısma misal olarak verilebilir.
Bu ve benzeri meselelerdeki İlahî takdirin sırrını anlamaya çalışmak, “Niçin Allah bunu böyle yapmış?” diye düşünmek, insan için hem manasız bir kayıptır hem de onu helake götürebilecek bir sebeptir. Zira bunun neticesinde kadere yani İlahî takdire isyan edebilir.
İşte Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın “Kader hakkında konuşmayın, zira kader Allah’ın sırrıdır. Allah’ın sırrını açıklamaya kalkmayın!” hadisiyle bizi uğraşmaktan menettiği kader, insan iradesinin karışmadığı bu kısım kaderdir. Yoksa kaderin birinci kısmı üzerinde düşünmek hem güzeldir hem de tefekkürî bir ibadettir. Akaid âlimleri de kaderin bu kısmına büyük mesai sarf etmişler ve bu hususta eserler yazmışlar.
Bu dersle konuya bir giriş yaptık. Bir sonraki dersimizde ezeliyet bahsini işleyeceğiz. Zaten ezeliyet anlaşıldığında bütün mesele anlaşılacaktır!
- EZELİYET KAVRAMININ İZAHI
-
Kaderi inkâr edenler “zaman” ve “ezel” kavramlarını birbiriyle karıştırıyorlar ve ezelizamanın başlangıcı zannediyorlar. Kaderi anlayamamak, ezeli zamanın başlangıcı zannetmekten dolayıdır.
O hâlde biz şimdi kader inkârcılarına ezelin ne olduğunu öğretelim. Belki öğrenirler de bu batıl itikatlarından vazgeçerler.
Zaman: Kâinatın yaratılmasıyla başlayan ve içerisinde hadiselerin cereyan ettiği soyut bir kavramdır. Geçmiş, hâl ve gelecek olarak üçe taksim edilir. Bu taksim mahlukata göredir. Yani asır, sene, ay, gün, dün, bugün, yarın gibi bütün kavramlar ancak yaratılmışlar için söz konusudur.
Ezel ise zamanın başlangıcının öncesi demek değildir. Ezelde geçmiş, hâl ve gelecek yoktur. Ezel bütün bu zamanların aynı anda görüldüğü ve bilindiği bir makamdır.
Şimdi Allah’ın ezeliyet sıfatını misallerle anlamaya çalışalım:
Düz bir çizgi düşünün… Bu çizgi zaman çizgisi olsun. Bu çizginin ortası şimdiki zaman yani şu anda içinde bulunduğumuz an olsun. Orta noktanın sağ tarafı geçmiş zaman olsun. Sağ tarafın en ucundaki noktada kâinat yaratıldı ve daha sonra ilk insan Hz. Âdem (a.s.)… O zamandan bugüne kadar yaratılan her şey hâl ile geçmiş zamanın ifade edildiği bu iki nokta arasında var oldu.
Zaman çizgimizin sol tarafı gelecek zamandır. Bu çizgi kıyametin de ötesinde cennet ve cehennem hayatını içine alan sonsuzluk hayatıdır. Şu anda içinde bulunduğumuz hâl noktası ile gelecek zaman noktası arasında torunlarımız, onların torunları ve kıyamete kadar yaratılacak her şey hatta bunun da ötesinde öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, amellerin tartılması ve sırattan geçme gibi hadiseler var.
Ezel ise bu zaman çizgimizin sağdaki başlangıç noktasının öncesi değildir! İşte kaderi anlayamamamızın sebebi ezelin burası olduğunu zannetmemiz ve ezeli zaman çizgisi üzerinde bir yere oturtmamızdır. Zira ezeli burası zannettiğimizde Allah’ın yarını bilmesi için yarının gelmesi gerekecektir. İşte bu zan ve ezeliyet kavramını yanlış anlamamız şu soruyu sormamıza sebep olacaktır:
— Allah günahkâr olmamı yazmışsa benim suçum ne?
Şimdi, ezel kavramını zaman çizgimizde resmettiğimizde bu sorunun ne kadar manasız bir soru olduğu anlaşılacaktır.
Ezel zaman çizgimizin sağında değil, çizginin üst kısmındaki noktadır. Geçmiş zamanın öncesi değil, bir zamansızlıktır. Hâli, geçmişi ve geleceği aynı anda tutan ve gören bir makamdır. Dolayısıyla Allah bugünü gördüğü ve bildiği gibi, yarını da öbür günü de ve cennet ile cehennem hayatının yaşanacağı sonsuzluk hayatına kadar her şeyi de bugünle birlikte görmektedir.
İşte kaderi anlayamayanların takıldığı nokta burası: Ezeliyeti zamanın başlangıcı zannediyorlar. Böyle zannettikleri için de kaderi kavrayamıyorlar.
Şu noktaya bir daha dikkat çekelim: Allah için hâl, geçmiş ve gelecek gibi kavramlar yoktur. Bu kavramlar zamanla kayıtlı olan bizler içindir.
Şimdi bu meseleyi diğer bir örnekle inceleyelim:
Sağdan sola doğru bir çizgi çizelim ve bu çizgi bizim zaman çizgimiz olsun. Ortası hâl yani şimdiki zaman, sağ tarafı geçmiş zaman, sol tarafı ise gelecek zaman…
Şimdi, bu zaman tablomuzun üzerine bir ayna tuttuk. Ayna zemine yakın olduğu için sadece “hâl” aynada aksetti. Geçmiş ve gelecekten içine hiçbir şey girmedi. Şimdi aynayı biraz kaldıralım. Bu pozisyonda aynamızda hâl ile birlikte geçmiş ve geleceğin de bir bölümü aksetti. Aynayı biraz daha kaldırdığımızda, bir önceki pozisyonda aynada gözükmeyen geçmiş ve geleceğin bir bölümü daha onda aksetti. Demek, aynayı kaldırdıkça aynada gözüken zaman dilimi genişlemektedir. Şimdi aynayı en tepeye kaldıralım.
İşte bu noktada ayna hâl, geçmiş ve geleceğin tamamını içine aldı. İşte bu noktaya ezeliyet noktası denilir ki üç zamanın tamamını aynı anda görmektir.
Demek, “Allah ezelîdir.” dediğimizde, Allah’ın bütün zaman ve mekânları aynı anda gördüğünü, bildiğini ve zaman kaydından münezzeh olduğunu anlıyoruz. Kaderi anlayamayanlar ezeliyeti zamanın başlangıcı zannediyorlar. Böyle zannettikleri için de kaderi kavrayamıyorlar.
— Daha ezeliyeti anlamaktan âciz olan bu kişilerin din namına söyledikleri hangi sözlerine güvenilir ve hangi sözleriyle amel edilir?
Bunu sizlerin takdirine bırakıyorum!
Şimdi meseleyi üçüncü bir örnekle inceleyelim:
Erzurum’dan İstanbul’a doğru üç vasıtanın yola çıktığını farz ediyoruz. Bu vasıtalardan bir tanesi İstanbul’a girmek üzere İzmit’te, diğeri İzmit’tekine kıyasla biraz daha geride Eskişehir’de ve üçüncü vasıtamız da ikisinin gerisinde Ankara’da olsun.
Şimdi, bu üç vasıtaya dikkat ettiğimizde şunları görürüz:
İzmit’te olan vasıtamız Eskişehir ve Ankara’da olan araçlara kıyasla önde yani istikbaldedir. Zira onların geçeceği yollardan çoktan geçmiştir.
Eskişehir’de olan vasıtamız ise İzmit’te olana göre geçmiştedir. Zira öndeki araç Eskişehir’den çoktan geçmiştir. Ancak Ankara’da olana kıyasla istikbaldedir. Zira daha bu araç onun mevkiine ulaşmamıştır.
Ankara’da olan vasıtamız ise diğer iki araca kıyasla da geçmiştedir. Zira bu iki araç da Ankara’yı çoktan geçmiştir.
Araçlar arasında geçmiş, gelecek gibi tabirler kullanılırken, yukarıda olan ve üç vasıtayı aynı anda aydınlatan güneş için zaman ifade eden bu tabirler kullanılmaz. Yani “Güneş şuna göre geçmiştedir, buna göre gelecektedir.” denilemez. Çünkü güneş bu üç vasıtayı aynı anda aydınlatmakta, ışığı ile üçünü aynı anda kuşatmaktadır. İşte güneşin bu hâli yani yerdeki vasıtalar için geçerli olan zaman kaydıyla kayıtlı olmaması ve üç zamanı aynı anda kuşatması ezeliyete misaldir.
Aynen bunun gibi, bizler de kâinatın yaratılmasıyla başlayan zaman yolunun bir noktasındayız. Bizden önce geçen her şey bize göre mazide yani geçmişte kalmıştır. Bugünden hatta bu andan sonraki zamanlar ve o zamanlarda yaratılacak mahluklar ise bize kıyasla istikbaldedir. Evet, şu anda bizim dedelerimiz geçmişte kaldılar. Hâlbuki bir zaman onların dedeleri de istikbalden torun bekliyorlardı. İşte dedelerimiz kendi dedelerine göre istikbal olan zaman diliminde bu dünyaya uğrayıp teneffüs ederek maziye döküldükleri gibi, dedelerimize göre istikbalde olan bizler de bir gün maziye döküleceğiz. Ve bize göre istikbalde olan torunlarımız hâle yani şimdiki zamana çıkacaklar.
Görüldüğü gibi, geçmiş, gelecek ve hâl gibi tabirler bizler için kullanılmaktadır. Hâlbuki her şeyi ve zamanı yaratan Allah için mazi, hâl ve istikbal gibi kavramlar yoktur. O, misalimizdeki güneş gibi bütün bu zamanları aynı anda ilminin ışığı ile kuşatmıştır.
O hâlde “Allah yazdı diye biz yapıyoruz.” denilemez. Zira Allah ezeliyeti ile bütün zamanları aynı anda kuşattığından bizim hür irademiz ile ne yapacağımızı bilmiş ve ne yapacaksak kader defterimize onu yazmıştır. Allah yazdı diye biz yapmamaktayız. Bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.
Ezeliyeti anlamak kader meselesini anlamanın anahtarıdır. Kader bahsinde bocalamanın en birinci sebebi Allah’ın ezeliyet sıfatının anlaşılamaması ve Allah’ın zaman mefhumuyla kayıtlı olduğunun zannedilmesidir. Şimdiye kadar ezeliyete dair üç misal verdik. Şimdi son bir misal daha verelim ve meseleyi iyice pekiştirelim.
Bir şiirin tamamını bildiğiniz takdirde, sizin ilminizin şiirin bütün mısralarına olan münasebeti aynıdır. Yani önceki misalde güneşin üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vâkıftır. Fakat şiirin mısraları için kendi aralarında öncelik ve sonralık söz konusu olmaktadır. Mesela altıncı mısra dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz şiirin ilk beş mısrasını yazıp altıncıyı yazmaya başladığınızda artık beşinci mısra mazide kalmış, yazılmıştır. Altıncı mısra ise hâlde yani şimdiki zamandadır. Onuncu mısra ise henüz istikbaldedir. Yani daha vücuda gelmemiş ve yazılmamıştır. Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde mevcuttur. O hâlde öncelik ve sonralık sizin ilminiz için söz konusu değildir.
Aynen bunun gibi, XIX. asır ve o asırda yaşayanlar XVIII. asra ve bu asırda yaşayanlara göre istikbalde, XX. asra göre ise mazidedir. Ancak zamandan münezzeh olan Allah için bütün bu asırlar; geçmiş, hâl ve istikbal aynı anda ilim ve şuhud dairesindedir.
Demek, “Allah’ın ezelî ilmi” dediğimiz kader, geçmiş zamanda yapılmış bir plan olmayıp zaman dışı bir plandır. Bütün geçmiş ve gelecek zamanları aynı anda tutan zaman üstü bir ilimdir.
Buraya kadar verdiğimiz misallerle Allah’ın ezeliyetini anlamaya çalıştık. Ancak şu unutulmamalıdır ki verdiğimiz bütün misaller akılların anlamaktan âciz kaldığı bir hakikati akla yakınlaştırmak için sadece küçük birer dürbündür. Yoksa akıllar nasıl ki Allah’ın kudretinin ve azametinin büyüklüğünü hakkıyla anlamaktan âcizdir; aynen bunun gibi, Allah’ın ezeliyetini ve zamandan münezzeh olduğunu tam idrakten de âcizdir. Ancak şu sönük dürbünler bile meselenin tam anlamıyla anlaşılmasını sağlamaktadır.
Kaderi inkâr edenler ezeliyetin manasını bilmediklerinden Allah’ı tenzih etmek için kaderi inkâr ediyorlar. Onlara göre, Allah ne yapacağımızı bilirse Allah bildiği için yapmış oluruz. Böyle olursa da Allah mesul olur. Bizim mesul olabilmemiz için Allah’ın bilmemesi gerekir.
İşte böyle düşünmüşler ve sonunda kaderi inkâr etmişler. Herhâlde meseleyi anladınız.
Allah’ın ezeliyetini öğrendikten sonra bir şeyi daha öğrenmeliyiz. Bu, “İlim maluma tabidir.” kaidesidir. Bu kaide anlaşılınca göreceksiniz ki kader hakkında cevapsız zannedilen bütün sorular birden cevaplarını bulacaklar. Bu meseleyi sonraki derste işleyeceğiz.
- “İLİM MALUMA TABİDİR.” KAİDESİNİN İZAHI
-
Bu dersimizde, “İlim maluma tabidir.” kaidesini işleyeceğiz. Bu ders bizim kader hakkındaki üçüncü dersimiz. Bu dersi anlayabilmek için ikinci dersin mutlaka okunması lazım. Bu ders, o dersin devamıdır. Eğer ikinci dersi okumadıysanız, önce ikinci ders olan ezeliyet bahsini okuyun ve daha sonra bu derse geçin.
Kader meselesinin anlaşılabilmesi için iki noktanın çok iyi anlaşılması gerektiğini öncekiderste ifade etmiştik. Bu iki noktadan birisi Allah’ın ezeliyetiydi. Bu bahsi önceki derste işledik. Çok iyi anlaşılması gereken ikinci noktaysa “İlim maluma tabidir.” kaidesidir. Bu nokta da kavrandığında kader meselesi çözülür.
İlim: Bir şeyin zihindeki şeklidir.
Malum ise: O şeyin hariçteki gerçek hâlidir.
Mesela bir elmayı ele alalım. Elmanın zihnimdeki şekli ilimdir, malum ise elmanın kendi şeklidir.
— Acaba ben elmayı bu şekilde bildiğim için mi elma böyle? Yoksa elma böyle olduğu için mi ben onu öyle biliyorum? Yani benim ilmim, malum olan elmanın şekline mi bağlı? Yoksa malum olan elma, ilim olan benim bilgime mi bağlı?
Biraz daha açarsak:
— Eğer ben elmayı karpuz gibi bilseydim elma karpuza dönüşür müydü?
Elbette ki hayır. Çünkü malum olan elmanın şekli ilmime bağlı değildir. Ben onu bu şekilde bildiğim için o bu şekle bürünmemiştir. Bilakis elma bu surette olduğu için ben onu böyle bilmekteyim. O hâlde ilim yani elmanın zihnimdeki şekli, maluma yani elmanın gerçek hâline tabidir.
“İlim maluma tabidir.” kaidesini kavradığımızda kader meselesi açılacaktır. Bu sebeple örneklere devam edelim:
Farz edelim ki kasamda 500 lira var ve ben kasamda 500 liranın olduğunu biliyorum. Kasamda 500 liranın varlığını bilmem ilimdir. Malum ise kasamdaki 500 liradır. Şimdi yine aynı soruyu soralım:
— Ben bildiğim için mi kasamda 500 lira var? Yoksa kasamda 500 lira olduğu için mi ben böyle biliyorum? Yani ilmim maluma mı tabi yoksa malum olan kasadaki para ilmime mi tabi?
Elbette ilim maluma tabi. Yani ben bildiğim için kasada 500 lira yok. Bilakis kasada 500 lira olduğu için ben öyle biliyorum. Eğer bunun tersi olsaydı yani ilim maluma tabi olacağı yerde malum ilme tabi olsaydı, ben kasada 500 lira yerine 500 milyon liranın var olduğunu zannettiğimde kasada o kadar paranın olması gerekirdi. Hâlbuki böyle olmuyor. Sebebi ise malumun ilme değil, ilmin maluma tabi olmasıdır.
Kaidemizi bir daha tekrar edelim: İlim maluma tabidir.
Bu kaide üzerine birazdan bir hüküm bina edeceğiz. Ancak önce kaideyi biraz daha pekiştirelim. Şimdi bir misal daha verelim:
Yüksek bir tepede oturduğumuzu farz ediyoruz. Tepenin altında da kavisli bir tren yolu olsun. Siz tepenin tam üstünde olduğunuzdan tren yolunun hem sağını hem solunu, tamamını görebiliyorsunuz. Ve bir baktınız ki aynı rayda karşılıklı ilerleyen iki tren var. Onların iki dakika sonra çarpışacaklarını gördüğünüzden elinizdeki deftere “Bu iki tren iki dakika sonra çarpışacak.” diye yazdınız. Trenler de iki dakika sonra çarpıştı.
Şimdi, kazadan kurtulan makinistlere deseniz ki:
— İşte bu benim defterim. Ben sizin çarpışacağınızı daha siz çarpışmadan önce bu deftere yazmıştım.
Acaba makinistlerin size şöyle deme hakları var mıdır:
— Biz senin yüzünden kaza yaptık. Eğer sen bizim kaza yapacağımızı yazmasaydın biz çarpışmazdık, sen yazdığın için çarpıştık. Sen bu kazanın sebebisin.
Elbette diyemezler. Çünkü sizin yazınız yani ilim, onların çarpışacağına yani maluma tabidir.
Başka bir ifadeyle: Siz onların çarpışacağını gördüğünüzden dolayı bu yazıyı yazdınız, yoksa onlar siz yazdığınız için çarpışmadılar. Siz yüksek bir yerde olduğunuz için onların göremediklerini, aynı raydan ilerlediklerini gördünüz.
Hem sizin yazınız sadece bir tespittir. Zorlama ve kaza sebebi değildir. Eğer kaza sizin yazınız yüzünden olsaydı o hâlde şunun da olması gerekirdi:
Siz çarpışacak bu iki tren hakkında “Çarpışmayacaklar.” diye yazardınız, onlar da aynı raydan karşılıklı ilerlemelerine rağmen çarpışmazlardı. Eğer ilim maluma tabi olacağı yerde malum ilme tabi olsaydı dünyanın hiçbir yerinde kazalar olmazdı. Bir adam defterine “Bugün hiç kaza olmayacak.” diye yazardı ve kazaları önlerdi. Hâlbuki bu asla olmaz.
Her misal “İlim maluma tabidir.” kaidesini daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Bu sebeple misallere devam ediyoruz:
Senenin başında aldığınız bir takvimde senenin bütün günlerindeki güneşin doğuş ve batış saatlerinin yazılı olduğunu görürsünüz. Mesela senenin son günü olan 31 Aralığa baksanız, güneşin doğuş vaktinin 7:15 ve batış vaktinin 16:45 olduğunu görürsünüz.
İşte takvimdeki bu yazı ilimdir. Malum ise güneşin o saatte doğacak ve batacak olmasıdır. Yine sorumuz aynı:
— Acaba takvimde yazıldığı için mi güneş o saatlerde doğuyor ve batıyor? Yani malum olan güneşin doğup batacağı saat, ilim olan takvimdeki yazıya mı tabi? Yoksa güneşin o saatte doğup o saatte batacağı önceden hesaplanıp bilindiği için mi takvime kaydedilmiş? Yani ilim maluma mı tabi?
Elbette ikinci şık yani ilmin maluma tabi olması doğru.
Zira güneşin doğacağı ve batacağı saatler hesaplanmış ve yazılmış. Eğer tersi olsaydı, malum ilme tabi olup yazıldığı için doğup batsaydı; takvime güneşin doğuş vakti olarak 7:15 yerine 12:00 yazdığımızda güneşin 12:00′de doğması hatta “Bugün güneş doğmayacak.” yazdığımızda güneşin o gün doğmaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Sebebi ise ilmin -yani takvimdeki yazının- maluma -yani güneşin kendisine- tabi olmasıdır.
Şimdi şunu düşünelim: İnsan son derece âciz, zayıf, ilmi noksan, zaman ve mekânla kayıtlı olduğu hâlde bir sene sonra güneşin ne zaman doğacağını ve ne zaman batacağını önceden biliyor ve onu takvime kaydediyor. Ve hiçbir insanın aklına “Takvimde güneşin doğma ve batma vakitleri yazıldığı için güneş bu saatlerde doğmak ve batmak mecburiyetinde kalıyor. Bu yazı olmasaydı güneş bu saatlerde doğup batmazdı.” gibi batıl bir fikir gelmiyor.
— Hâl böyle iken, acaba ezeliyetin ve nihayetsiz bir ilmin sahibi olan Allah’ın bir takvim hükmünde olan kader defterine doğacağımız günü, batacağımız yani öleceğimiz günü ve bu iki gün arasında neler yapacağımızı yazmasını niçin kavrayamıyoruz?
Herhâlde misaller çoğaldıkça kavrayışımız artacak. Bu sebeple, şimdi bir misal daha verelim:
İstanbul-Ankara arası 500 km’dir. Bu mesafenin bizler tarafından bilinmesi ve kitaplarda yazılması ilimdir. Malum ise bu mesafenin kendisidir. Burada da durum aynıdır. İlmimiz maluma tabidir. Bu misaldeki malum İstanbul-Ankara arasının 500 km olduğudur. Eğer ilmimiz maluma tabi olacağı yerde malum ilme tabi olsaydı -yani biz bu mesafeyi böyle bildiğimiz için bu mesafe bu kadar olsaydı- o zaman biz bu mesafenin 1.000 km olduğunu zannettiğimizde malum mesafenin 1.000 km’ye çıkması gerekirdi. Hatta aradaki mesafenin sadece 1 metre olduğunu zannettiğimizde de İstanbul’dan bir adım atarak Ankara’ya ulaşmamız gerekirdi. Ama bunların hiçbiri asla olmuyor. Biz ne bilirsek bilelim, ilmimizin malum üzerinde bir etkisi gözükmüyor. Sadece mesafenin 500 km olduğunu bildiğimizde doğru biliyoruz, diğer zanlarımızda ise yanlış biliyoruz.
Aynen bu misalde olduğu gibi, doğuşumuz ile ölümümüz arasında ne kadar mesafe varsa ve bu mesafede hangi istasyonlara uğrayıp o istasyonlarda neler yapacaksak, bunların hepsi malumdur. Bu malumun Allah tarafından bilinmesi ve Allah’ın ilminin bir unvanı olan kader defterinde yazılması ise ilimdir.
— Kaidemiz neydi?
— İlim maluma tabidir.
O hâlde Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır. Burada önemli olan “ilmin maluma tabi olması” kaidesini Allah’ın ezeliyetiyle beraber düşünmemizdir. Ezeliyeti kavramadan bu kaidenin tek başına anlaşılması mümkün değildir.
Şimdi, ilmin maluma tabi olması kaidesiyle ilgili başka bir misal verelim:
Tren istasyonlarında trenlerin geleceği saatler yazılıdır. İşte bu yazı ilimdir. Malum ise trenin o saatte gelecek olmasıdır. Sorumuz yine aynı:
— Yazılı olduğu için mi tren geliyor, yoksa trenin o saatte geleceği bilindiği için mi yazılmış?
Kaidemiz neydi? “İlim maluma tabidir.” O hâlde sorumuzun cevabı: Trenin geleceği bilindiği için yazılmış. Eğer tersi olsaydı yani malum ilme tabi olsaydı, yaramaz bir çocuk trenin geliş saatini değiştirdiğinde trenin gelmemesi gerekirdi. Hatta trenlerin geliş-kalkış saatlerini bildiren tablo yanlışlıkla kırıldığında artık hiçbir trenin o istasyona uğramaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Çünkü malum asla ilme tabi değildir.
İşte Allah’ın bilgisi ve kader yazısı istasyondaki, trenin geliş-kalkış saatlerinin yazılı olduğu tabloya benzer ve bu ilimdir. Bizim yapacağımız şeyler ise istasyona gelecek olan tren gibidir, malumdur. Misalimizdeki trenin tablodaki yazıdan dolayı istasyona gelmemesi, bilakis trenin geleceği için böyle bir yazının yazılmış olması gibi, Allah bildiği için de biz yapmamaktayız; biz yapacağımız için Allah öyle bilmektedir.
“İlim maluma tabidir.” kaidesini anlayabilmek için farklı misaller verdik. Bu kaideyi ve ezeliyet bahsini anlamak kaderi anlamak demektir. Şimdi son bir misal daha verelim ve bu bahsi tamamlayalım:
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ahir zaman fitnelerinden ve kıyametin alametlerinden bahsetmiştir. Efendimizin bu bahsi ilimdir. Malum ise bu hadiselerin kendisidir. Sorumuz yine aynı:
— Peygamberimiz (a.s.m.) haber verdi diye mi ahir zaman fitneleri çıkacak? Yoksa ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için mi Efendimiz onlardan haber vermiş?
İlim maluma tabi olduğundan dolayı, ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için Peygamberimizin haber verdiği şıkkı doğrudur. Zaten bunun tersi düşünüldüğünde, ahir zaman fitnelerinden Peygamberimizi mesul tutmak ve “Eğer haber vermeseydi bunlar olmazdı.” demek lazım gelir. Bunun ne kadar yanlış olduğunu ise her akıl sahibi takdir edebilir.
Bu misallerle anladık ki ilim maluma tabidir. Şimdi bu kaideyi kader hakkında bir daha tahlil edelim:
Allah’ın bizim ne yapacağımızı bilmesi ve bu bilgiyi kader defterinde yazması ilimdir. Bu ilim neye tabidir? Elbette malum olan bizim fiillerimize ve yapacaklarımıza tabidir. Yani biz yapacağımız için Allah öyle bilmiştir ve yazmıştır. Yoksa Allah öyle bildi diye biz mecburen yapmamaktayız.
O hâlde şöyle diyebiliriz: Hem kaderi inkâr eden hem de suçunu kadere yükleyen kişi iki şeyden habersizdir.
1. Allah’ın ezeliyetini ve ezeliyetin ne manaya geldiğini bilmemektedir.
2. “İlim maluma tabidir.” kaidesinden habersizdir.
Bu iki şeyden habersiz oldukları için, Allah’ı tenzih etmek niyetiyle kaderi inkâr ediyorlar. Çünkü onlara göre, Allah ne yapacağımızı bilirse, Allah bildiği için yapmış oluruz. Böyle olursa da Allah mesul olur. Bizim mesul olabilmemiz için Allah’ın bilmemesi gerekir.
İşte böyle düşünmüşler ve sonunda kaderi inkâr etmişler. Kaderi inkâr edeceklerine Ehl-i sünnet âlimlerinin eserlerini okusalardı kaderi anlarlar; sapmaktan ve saptırmaktan kurtulurlardı.
- CÜZ’Î İRADENİN MAHİYETİ
-
İnsanda gözüken fiilleri iki kısma ayırabiliriz. Bunlardan bir kısmı tamamen irademiz dışında meydana gelen fiillerdir. Kalbimizin atması, kanımızın dolaşımı, nefes alıp vermek gibi fiilleri bu kısma misal olarak gösterebiliriz. Bu tür fiillere “ıztırârî fiiller” denir. Bu tür fiillere insanın iradesi müdahale etmediğinden dolayı bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat söz konusu değildir.
Fiillerimizin diğer kısmı ise kendi irademizle işlediğimiz fiillerdir. Yemek, içmek, bakmak, konuşmak, yürümek gibi fiillerimiz bu kısma dâhildir. Burada tercih ve seçim hakkımız vardır. Helale bakabileceğimiz gibi harama da bakabiliriz. Helali yiyebileceğimiz gibi haramı da yiyebiliriz. Hayrı konuşabileceğimiz gibi yalan ve gıybet de konuşabiliriz. Bu tür fiillere “ihtiyarî fiiller” denir.
Cüz’î irade ise ihtiyarî fiiller dediğimiz bu kısım fiillerdeki tercih kabiliyetimizdir. Yaratılması cihetiyle, ıztırârî fiillerde olduğu gibi, ihtiyarî fiilleri de yaratan Allah’tır. Fakat ihtiyarî fiil ve hareketlerimizde talebimiz söz konusudur. İşte bu talebe cüz’î irade denir.
Demek, ihtiyarî fiillerde insan talep edendir; Allah ise fiili yaratandır. İşte insan bu talebi sayesinde itaatkâr veya isyankâr olur.
Başka bir ifadeyle: İnsanın iradesi fiilin vasfına, Allah’ın kudreti ise fiilin aslına taalluk eder. Mesela yazı yazma fiilinin aslını yaratan Allah’tır. Yazılan sevap bir şey olabileceği gibi, günah bir yazı da olabilir. Yazı yazma fiilinin faydalı veya zararlı olmasına insan karar vermektedir. Yani insanın iradesi fiilin vasfına, Allah’ın kudreti ise fiilin aslına taalluk etmektedir. İnsan neye karar vermişse Allah da yazıyı onun kararına göre yaratmaktadır. Onu mesul eden de bu tercihi ve kararıdır.
Şimdi, cüz’î iradenin mahiyetini üç misal üzerinde mütalaa edelim.
BİRİNCİ MİSAL
Bir padişahın misafirhanesinde bulunduğumuzu farz ediyoruz. Bu misafirhanenin her katında ayrı ayrı nimetler ve ihsanlar sergileniyor olsun.
Yukarıya doğru çıktıkça bu nimet ve ihsanların çoğaldığını görüyoruz. Bu misafirhanenin alt katında ise nimete mukabil cezanın, ihsana mukabil de azapların olduğunu farz ediyoruz. Yukarı katlara çıkmak için de aşağı katlara inmek için de tek yol asansöre binmek ve ulaşmak istediğimiz katın düğmesine basmaktır.
Şimdi bizler asansördeyiz ve asansörün üst katlara çıkaran bir düğmesine bastık; asansör de bizi o kata çıkardı. Ya da bizi aşağı katlara indirecek bir düğmeye bastık ve asansör bizi o kata indirdi.
Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki üst katlara çıkmak için bir düğmeye basan kişi dilerse fikrini değiştirip kendisini alt kata indirecek bir düğmeye basabilir ve alt katlara inmeye başlar. Ya da kendisini alt katlara indirecek bir düğmeğe basan kişi dilerse ve daha yolculuğu bitmemişse asansörün üste çıkartan düğmelerinden birine basarak üst katlara çıkabilir.
Şimdi durumumuzu inceleyelim: Asansörü biz yapmadık ve onu kendi kuvvetimizle hareket ettirmiyoruz. Ancak asansör de kendi kendine hareket etmiyor. Biz irademizi kullanarak bir düğmeğe basıyoruz ve asansör bizi o kata ulaştırıyor.
O hâlde “Asansörü ben hareket ettiriyorum ve asansör benim kuvvetimle çalışıyor.” diyemeyeceğimiz gibi, “Bu asansör kendi kendine hareket ediyor; dilerse beni üst kata dilerse alt kata indiriyor, elimde hiçbir şey yok.” da diyemeyiz.
Evet, birinci sözü söyleyerek asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia edemeyiz. Çünkü asansörü hareket ettirmek ve onu icat etmek için gereken kuvvetin binde biri değil, milyonda biri bile bizde yoktur. Değil asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia etmeyi, belki ona binmemiz bile kendi kuvvetimizle olmamıştır. Bu misafirhanenin merhametli sultanı bizi hiçbir kuvvet ve müdahalemiz olmaksızın bu asansöre bindirmiştir.
Bizler birinci sözü söyleyemeyeceğimiz gibi, ikinci söz olan, “Asansörün hareketinde hiçbir müdahalemizin olmadığını, asansörün kendi isteğine göre bizi dilediği katlara çıkardığını” da iddia edemeyiz. Zira asansör bizi düğmesine bastığımız ve çıkmak istediğimiz kata çıkarıyor. Bizi istemediğimiz ve düğmesine basmadığımız hiçbir kata çıkarmıyor.
O hâlde en doğru söz şudur: Asansörü biz hareket ettirmiyoruz ve asansör bizim kuvvetimizle çalışmıyor. Ancak biz asansörün çıkacağı ve ineceği katları irademizle belirliyor ve düğmeye basıyoruz.
Bu durumda, çıkacağımız ve ineceğimiz katı biz tayin etmiş olmaktayız. Asansör ise bizim tayinimize ve talebimize göre hareket etmektedir.
Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
– Misaldeki misafirhane bu dünyadır ve şu güzel âlemdir.
– Misafirhanenin sahibi ise Allahu Teâlâ’dır.
– Misafirhanenin üst katları bizi cennete ulaştıracak ameller; alt katları ise bizi cehenneme düşürecek günahlardır.
– Asansör ise Allah’ın irade ve kuvvetidir.
– Asansörün düğmesine basmak da Allah’tan o fiilin yaratılmasını istemektir. İşte bu, cüz’î iradedir.
Cüz’î irademizle Kur’an’ın başına oturduğumuzda ve Kur’an okumayı talep ettiğimizde Allah da kuvvetiyle “Kur’an okumak” fiilini yaratmaktadır. Yani biz bu hâlde iken, asansörün üst düğmesine basmış ve asansör de bizi o kata çıkarmıştır. Ağzımızın hareketinden tutun okuduğumuz Kur’an’a kadar her şey Allah’a aittir ve O’nun yaratması ve icadı ile meydana gelir. Bize düşen tek şey bu vaziyetin yaratılmasını tercih ve talep etmemizdir. Bu tercih ve talebe cüz’î irade denir.
Eğer biz Kur’an’ın başına oturacağımıza okunması haram olan bir kitabın başına oturmuş olsaydık, bu sefer cüz’î irademizle, asansörün alt katlarına indiren bir düğmeye basmış yani o fiilin Allah tarafından yaratılmasını talep etmiş olacaktık. Allah da imtihan dünyası olmasından dolayı bu fiili yaratacaktı. Allah’ın yaratması bizim isteğimize yani cüz’î irademize tabi olduğundan dolayı biz mesul olmaktayız.
İKİNCİ MİSAL
Bir rıhtımda padişahın gemilerinin dizildiğini ve bu rıhtımın karşısında iki adanın olduğunu farz ediyoruz. Padişah kaptanlara sağdaki adaya gitmelerini emretmiş ve soldaki adaya gitmelerini yasaklamış; gemiler de aynı cihazlarla donatılmış ve her iki adanın yolu da açık tutulmuş olsun. Gemilerin seyahati için gerekli her türlü ihtiyaç ve yakıt yine padişah tarafından temin edilsin. Kaptanları emrine itaat hususunda bir imtihana tabi tutan padişah imtihanın bozulmaması için de soldaki adaya gidenlere mâni olmasın.
Kaptanın burada yapacağı tek şey dümeni çevirmek ve gideceği adayı seçmektir. Onu o adaya ulaştıran gemi de geminin hareketi de sultana aittir.
Eğer kaptan padişahın emrine uyarak sağdaki adaya giderse orada çeşit çeşit sofralarla, nimetlerle karşılaşacaktır. Eğer sol taraftaki adaya giderse vahşi canavarların hücumuna hedef olacak ve görevli memurlar tarafından çeşitli cezalara çarptırılacaktır. Her bir kaptan padişahın dümenci bir neferi olarak gemiye rota verme ve istediği adaya gidebilme durumundadır. Kaptan hangi adaya gitmek isterse gemi onun vereceği rota ile oraya yönelecek ve deniz gemiyi o adaya kadar sırtında taşıyacaktır.
Şunu da belirtelim ki kaptan yolculuğun her anında rotayı değiştirme hakkına sahiptir. Mesela sol adaya doğru yol alırken rotasını sağ adaya ya da sağ adaya doğru yol alırken rotasını sol adaya çevirebilir.
Şimdi durumu inceleyelim: Gemiyi kaptan kendi kuvveti ve gücüyle hareket ettirmemektedir. Zira geminin hareketi için gerekli kuvvet onda olmadığı gibi, geminin ihtiyaçlarını da tek başına karşılaması mümkün değildir. O ne gemiyi yapmıştır, ne denizin sahibidir, ne de gemideki diğer aletlerin; bunların hepsi sultana aittir.
Bununla birlikte, gemi de kaptanın iradesi olmaksızın tek başına hareket etmemekted; kaptanın tercihi gemiye yön vermektedir.
Şimdi, kaptan şöyle diyemez: “Bu gemiyi kendi kuvvetimle idare ve sevk ediyorum.” Böyle diyemez, zira buna gücü yetmez.
Ancak şöyle de diyemez: “Gemi benim irademin dışında yol alıyor, istediği adaya beni zorla götürüyor. Ben geminin hareketinden mesul değilim.” Evet, bunu de diyemez, zira gemi onun tercihine göre yol almaktadır.
O hâlde en doğru söz şudur: Ben geminin ve içindeki cihazların sahibi değilim, onlar sultanımındır. Ben sadece bu gemiye rota belirleyen dümenciyim. Lakin öyle bir dümenciyim ki geminin her hareketi benden sorulacak. Çünkü gemi o hareketi benim talebim ve isteğim ile yaptı.
Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
– Misaldeki rıhtım bu dünyadır.
– Sultan ise sultan-ı kâinat olan Allah’tır.
– Her bir gemi insandır.
– O gemideki cihazlar insana takılan duygu ve azalardır.
– O iki ada; sağdaki cennet ve cennete götüren ameller, soldaki cehennem ve cehenneme götüren amellerdir.
– Kaptanın gemiye rota vermesi ve dümeni çevirmesi ise cüz’î iradedir.
İnsan ihtiyarî fiillerinde eli kolu bağlı bir kaptan gibi hadiselerin denizine atılmış değildir. Vücut gemisinin hareket adasını kendi cüz’î iradesiyle tayin etmekte ve gideceği menzile kendisi karar vermektedir. İşte bu karar verme yeteneğine cüz’î irade denir.
ÜÇÜNCÜ MİSAL
Bir çocuğun bir pehlivanın sırtına bindiğini farz ediyoruz. Karşılarında iki tane dağ var. Sağ taraftaki dağda lezzetli yiyecekler ve her türlü nimet bulunurken, sol taraftaki dağda sadece dikenli yiyecekler ve vahşi hayvanlar bulunuyor olsun.
Bu iki dağdan birisine çıkacak olan çocuğun kendi kuvveti tek başına bu dağlara çıkmaya yetmeyeceği için bir pehlivan onu sırtına almış ve çocuğun arzusuna göre hareket ederek onu istediği dağa çıkaracak olsun.
Şimdi bu çocuk her şeyiyle güzel olan sağdaki dağa çıkmak yerine soldaki dağa çıkmayı arzu etti ve o dağa kendisini çıkarmasını pehlivandan istedi. Pehlivan da onu o dağa çıkardı. Bu arzusunun bedeli olarak da o dağa çıktıktan sonra yüzlerce elemle ve korkuyla baş başa kaldı.
Şimdi durumu inceleyelim:
Çocuk kendi kuvvetiyle o dağa tırmanmadı. Zaten gücü ve kuvveti tek başına o dağa çıkmaya yetmez. Ancak pehlivan da onu zorla soldaki dağa çıkarmadı. Eğer çocuk sağdaki dağa çıkmak isteseydi pehlivan onu sağdaki dağa çıkarırdı. Nitekim birçoğunu sağdaki dağa çıkarmıştır. O hâlde çocuk ne kendi kuvvetiyle dağa çıktığını iddia edebilir ne de pehlivanın zorla kendisini soldaki dağa çıkardığını söyleyebilir.
Çocuğun söyleyeceği en doğru söz şudur: Evet, ben dağa kendi kuvvetimle çıkmadım; beni bu dağa pehlivan çıkardı. Ancak pehlivan benim irade ve arzumu hiçe sayarak bunu yapmadı. Bilakis o benim talebime uydu. Ben onun beni soldaki dağa çıkarmasını istedim, o da bunu yaptı. Bu dağa çıkmaktaki bütün mesuliyet benimdir.
Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
– Misaldeki sağ dağ cennet ve ona götüren salih amellerdir.
– Sol dağ ise cehennem ve cehenneme götüren kötü amellerdir.
– O çocuk ise biziz yani insandır.
– Pehlivan ise Allah’ın kudreti ve kuvvetidir.
Evet, biz fiillerimizi Allah’ın kudretine dayanarak yaparız. Misaldeki çocuğun pehlivanın sırtına binmesi gibi, biz de kudret-i İlahîyeye biner; çıkmak istediğimiz tepeye bizi çıkarmasını ve yapmak istediğimiz ameli yaratmasını Allah’tan talep ederiz. İşte bu talebimiz cüz’î iradedir.
Allahu Teâlâ da biz neyin yaratılmasını istemişsek -o fiilden razı olmasa da- imtihan sırrından dolayı onu yaratır. Burada biz fiilin yaratılmasını talep edeniz. Allah ise fiili yaratandır. Fiilin yaratılmasına bizim talebimiz ve isteğimiz sebep olduğundan dolayı da biz mesul oluruz.
- KADER DEĞİŞİR Mİ?
-
Bu ders kader hakkındaki beşinci dersimiz. “Kader değişir mi?” meselesini anlayabilmek içinikinci ve üçüncü derslerin mutlaka okunması lazım. İlk önce, o derslerde işlenen ezeliyet bahsi ve ilmin maluma tabi olması kaidesi bilinmeli, daha sonra bu ders okunmalıdır. Bu ihtardan sonra konumuza geçebiliriz:
“Kader değişir mi?” sorusu birçok insanın cevabını vermekte zorlandığı bir sorudur. Zira “Kader değişir.” dese, kader Allah’ın ilminin bir unvanı olduğundan, kaderin değişmesi demek, Allah’ın ilminde bir artma veya eksilme manasına gelir; bu da mümkün değildir.
Mesela Allah kişinin öleceğini bilirken ve öyle takdir etmişken, o kimse ölmese yani kaderi değişse, bu durumda Allah’ın ilminde bir değişiklik olmuş; Allah’ın bildiği bir şey gerçekleşmemiş ve bilmediği bir şey gerçekleşmiş olur. Bu da Allah’ın ilim sıfatında bir artma ve eksilmeyi netice verir. Bunun ise Allah hakkında düşünülmesi caiz değildir.
Demek, kaderin değişmesi, Allah’ın bildiği şeyin kaza edilmemesi ve bilmediği bir şeyin meydana gelmesi manasına gelir ki bu mümkün değildir.
O hâlde kaderin değişmeyeceğine, Allah’ın bilgisine muhalif bir şeyin olmayacağına itikadetmemiz gerekir. Nitekim bu meseleyi “ezeliyet” bahsinde incelemiştik.
Kaderin değişmeyeceğini kabul ettiğimizde, bu sefer de şöyle bir mesele ortaya çıkıyor:
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sadaka vermenin ömrü uzatacağını, sadakanın belayı defedeceğini ve akraba ziyaretinin rızıkta berekete sebep olacağını hadisleriyle bildirmiştir.
Bu hadisleri de tek başına mütalaa ettiğimizde sanki şöyle bir netice çıkıyor: Mesela Allahu Teâlâ kuluna 60 senelik bir ömür takdir etti ve kulunun bu kadar yaşayacağını ezelî ilmiyle biliyordu. Ancak bu kul sadaka verdi ve Allah’ın takdirinden fazla olarak 10 sene daha yaşadı.
Ya da Allah ona bir musibetin geleceğini ezelî ilmiyle biliyordu, ancak o kişi sadaka verdi ve bu sadaka o musibetin gelmesini önledi.
Neticede sanki Allah’ın bilgisine ters bir durum ortaya çıktı. Allah onun öleceğini veya ona musibetin geleceğini bilirken, ölüm ve musibet ona gelmedi yani kaderi değişmiş oldu.
O hâlde bu iki meseleyi bir arada mütalaa etmemiz gerekiyor. Yani kaderin değişmeyeceği, çünkü kaderin Allah’ın nihayetsiz ilminin bir unvanı olduğu ve Allah’ın ilminde artma ve eksilme söz konusu olmayacağı hakikatiyle; sadakanın ömrü uzatması, belaları defetmesi gibi kaderde değişiklik olabileceğini ifade eden hadisleri bir arada mütalaa etmemiz gerekiyor.
Bu kısa izahtan sonra, şimdi “Kader değişir mi?” sorumuzun cevabına geçelim:
Allahu Teâlâ’nın iki farklı kader defteri vardır. Bunlardan birisi“levh-i mahv-ı isbat”, diğeri “levh-i mahv-ı âzam”dır.
Levh-i mahv-ı ispat denilen kader defteri Cenab-ı Hakk’ın yazar-bozar bir tahtasıdır. Bu defterde yazılan her şey bazı şartlara bağlanmıştır ki bu şartlar yerine getirilmezse yazı kaza edilmez ve değişir.
Mesela levh-i mahv-ı isbat defterinde, falan kulun 60 sene yaşayacağı yazılmıştır. Ancak bu yazı kulun sadaka verme şartına bağlanmıştır. Eğer o kul sadaka verirse bu kadar yaşar, vermezse daha az yaşar.
Ya da levh-i mahv-ı isbattaki yazı şöyledir: “Falanca kul kalp ameliyatı olursa 70 sene yaşayacak, olmazsa 60 sene yaşayacak.” Bu kul hangi şartı yerine getirirse o şartın neticesi kaza edilip diğer yazı silinmektedir.
İşte sadakanın ömrü uzatması, belayı önlemesi gibi değişiklikler kaderin bu defterinde olmaktadır. Allahu Teâlâ kuluna bu defterde bir bela yazmış ve bu belanın gelmesini sadaka vermemesi şartına bağlamıştır. O kul sadaka verdiğinde belanın şartı meydana gelmediğinden yazı silinir ve musibetin gelmesi o kul hakkında kaza edilmez.
Nitekim Ra’d suresinin 39. ayetinde Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يَمْحُو اللَّهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ
Allah dilediği şeyi mahveder, dilediğini sabit kılar. Kitabın aslı O’nun katındadır. (Ra’d 39)
Bu ayette belirtilen, “Allah’ın dilediği şeyi mahvetmesi” yani yaratmamasıyla yapılan değişiklik bu levhada olmaktadır. Demek, bu ayet-i kerime bizlere, değişen kader levhası olan “levh-i mahv-ı ispat”tan haber vermektedir.
Kaderin bu levhasında değişiklik olurken ve bu defterdeki yazıların meydana gelmesi bazı şartlara bağlanmışken, kaderin diğer defteri olan “levh-i mahv-ı âzam”da hiçbir değişiklik olmamaktadır. Yani misalimizdeki kulun sadaka verip vermeyeceği, kalp ameliyatı olup olmayacağı, akraba ziyareti yapıp yapmayacağı gibi hususlar Allah’ın ezelî ilmiyle bilindiğinden dolayı, Allahu Teâlâ değişmeyecek son neticeyi bu deftere yazmıştır. Bu defter Allah’ın nihayetsiz ilminin bir tecelligâhıdır.
Ancak burada “ilmin maluma tabi olması” kaidesini ve Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh olduğunu ifade eden ezeliyet sıfatını unutmamak gerekir. Yani Allah’ın bu bilgisibizi bir işe zorlamamakta, bilakis biz irademizle neyi yapacaksak Allah onu bilmektedir. Bu meseleyi ikinci ve üçüncü derslerimizde işlemiştik. Dileyenler bu dersleri bir daha okuyabilirler.
- EVLİLİK KADER MİDİR?
-
Bu ders kader hakkındaki altıncı dersimiz. “Evlilik kader midir?” meselesini anlayabilmek için ikinci ve üçüncü derslerin mutlaka okunması lazım. İlk önce, o derslerde işlenen ezeliyet bahsi ve ilmin maluma tabi olması kaidesi bilinmeli, daha sonra bu ders okunmalıdır. Bu ihtardan sonra konumuza geçebiliriz:
“Evlilik kader midir?” sorusu çok garip bir sorudur. Şöyle ki:
Kader Allah’ın ilminin bir unvanı ve Allah’ın bizim yapacaklarımızı ezelî ilmiyle bilmesidir.Evliliğin kader olmaması için, Allah’ın evlenen kişilerden habersiz olması gerekir.
Bir daha tekrar edelim: Evliliğin kader olmaması için, Allah’ın evlenen kişilerden habersiz olması gerekir. Bu ise muhaldir ve bunu ancak Allah’ın ezeliyetini bilmeyenler düşünebilir.
O hâlde “Evlilik kader midir?” sorusunun cevabı, “Elbette kaderdir.” şeklindedir. “Evlilik kaderdir.” demek de “Allah bu iki kişinin evleneceğini ezelî ilmiyle biliyordu.” demektir.Ancak burada iki farklı durum söz konusu olabilir:
Birinci durum şudur: Allahu Teâlâ ezelî ilmiyle, kadın ve erkeğin -cüz’î iradelerini kullanarak- evlenmek isteyeceklerini bilir ve zamanı geldiğinde onların bu arzularını küllî iradesiyle yaratacak olduğundan kader defterlerine birbirleriyle evleneceklerini yazar.
“İlim maluma tabidir.” kaidesiyle, bu yazı onların arzu ve iradelerine tabidir. Yani kader defterinde, “Şu erkek ve kadın birbiriyle evlensin.” şeklinde değil, “Şu erkek ve kadınbirbiriyle evlenecek.” şeklinde yazılmıştır. Elbette böyle bir yazı insanı zorlayıcı değildir.
İkinci durum da şudur: Bazen ya bir şükür ya da sabırla imtihan olmaları için, kulun cüz’îiradesi karışmaksızın Allah iki kişiyi karşılaştırır ve onları birbirleriyle evlendirir. Eğer bu evlilik güzel bir evlilik olmuşsa, bu, kadın ve erkekten şükrün istendiği bir nimettir. Eğer bu evlilik kötü bir evlilik olmuşsa, bu, sabrın istendiği bir imtihan olur. Erkek kadınla, kadın da erkekle imtihan edilir.
Demek ki yapılan bütün evliliklerde kulun cüz’î iradesi esas alınmamaktadır.
Başka bir ifadeyle: İhtiyarî fiillerden olan evlilik bazen -ıztırârî fiiller gibi- kulun müdahalesi ve seçmesi olmaksızın meydana gelir.
O hâlde şu hükümleri bütün işlerimiz için birer kaide olarak bilmeliyiz:
1. Eğer kul bir şeyin olmasını ister ancak Allah onun olmasını istemezse, o fiil vücuda gelmez ve meydana çıkmaz. Eğer vücuda gelmeyen bu arzu bir hayırsa kul niyetinin mükâfatını görür.
2. Eğer kul bir şeyin olmasını ister, Allah da onun olmasını murad ederse, o fiil vücuda gelir ve yaratılır. Bu fiilin yaratılmasına kulun cüz’î iradesi sebep olduğundan dolayı kul bu fiilinde mesul olur. Hayırlı bir işse mükâfat, kötü bir işse ceza görür. Bu meseleyi dördüncüdersimizde anlatmıştık.
3. Kulun hiçbir müdahalesi olmaksızın, sırf Allah’ın dilemesiyle yaratılan fiiller. Bu tür fiillerde kulun cüz’î iradesi işe karışmaz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, kulun şükürle veya sabırla imtihan olması için Allah o fiilleri icad eder.
İşte evlilik bazen ikinci gruba giren bir fiil olur. Kul cüz’î iradesini kullanır, Allahu Teâlâ da küllî iradesiyle bu fiili yaratır. Ancak burada “ilmin maluma tabi olması” kaidesini ve Allah’ın ezeliyetini unutmamak gerekir. Yani Allah’ın bu bilgisi bizi bir işe zorlamamakta, bilakis biz irademizle neyi yapacaksak Allah onu bilmektedir. Bu meseleyi ikinci ve üçüncü derslerimizde anlatmıştık. Bu dersleri mutlaka okumalısınız.
Evlilik bazen de üçüncü gruba giren bir fiil olur. Allah, kullarının iradelerini karıştırmaksızın onları birbirleriyle evlendirir.
Ancak her iki durumda da evlilik kaderdir ve Allah’ın ezeliyetiyle bildiği bir iştir.
- EĞER KATİL ÖLDÜRMESEYDİ MAKTUL YİNE ÖLÜR MÜYDÜ?
-
Bu ders kader hakkındaki yedinci dersimiz. “Eğer katil öldürmeseydi maktul yine ölür müydü?” meselesini anlayabilmek için ikinci ve üçüncü derslerin mutlaka okunması lazım. İlk önce, o derslerde işlenen ezeliyet bahsi ve ilmin maluma tabi olması kaidesi bilinmeli, daha sonra bu ders okunmalıdır. Bu ihtardan sonra konumuza geçebiliriz:
Kader konusunda merak edilen bir soru da bir cinayet hadisesinde, eğer katil öldürmeyecek olsaydı maktulün yaşayıp yaşamayacağı meselesidir.
— Acaba katil öldürmeseydi maktul başka bir sebepten dolayı yine ölecek miydi?
— Yoksa yaşamaya devam mı edecekti?
Sorumuzun cevabına geçmeden önce, cevapta kullanacağımız “sebep” ve “netice” kavramlarının manasını öğrenelim:
Bir cinayette katil sebeptir. Zira bu hadise onun müdahalesiyle meydana gelmiştir. Maktul yani öldürülen kişi ise neticedir. Zira katilin fiilinden o etkilenmiştir.
Demek, sebep dediğimizde katili, netice dediğimizde ise maktulu anlayacağız.
Şimdi geldik sorumuzun cevabına:
Cenab-ı Hak bu âlemde her neticeyi bir sebebe bağlamıştır. Mesela çocuk netice, anne-baba sebeptir. Cenab-ı Hak çocuğun yaratılmasını, anne ve babasından takdir etmiştir.
Buna, “kaderin sebeple neticeye aynı anda taalluku” denir. Bu sırrı bilmeyenler, sebeple netice için ayrı bir kader olduğunu zannetmişler ve anne-babayla çocuğu ayrı nazara almışlar. Bunun bir neticesi olarak da “Madem onun kaderinde dünyaya gelmek yazılmış, anne-babasıolmasaydı yine dünyaya gelecekti.” gibi yanlış bir hükme varmışlar.
Bir kısım insanlar da sebeplere hakiki tesir vererek, “Anne-babası olmasaydı o çocuk dünyaya gelmezdi.” demişler.
Hâlbuki bu konudaki en doğru söz şudur: Kader sebeple neticeye aynı anda baktığından, sebebin yokluğu farz edildiğinde netice için söylenebilecek bir söz yoktur.
“Eğer anne-babası olmasaydı bu çocuk dünyaya gelir miydi?” sorusuna Ehl-i sünnet âlimleri,”Ne olacağı bizce meçhuldür. Bu konuda bir fikir yürütülemez.” şeklinde cevap vermişlerdir.
Ortada bir gerçek vardır ki o da çocuğun anne-babasından meydana gelmiş olmasıdır. Anne-babanın yokluğu farz edildiğinde, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine neyle hükmedilecektir?
Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın o çocuğu başka bir anne-babadan yaratıp yaratmayacağı hakkında bir tahmin yürütülemez!
Dilerseniz başka bir misal verelim:
Birisi Erzurum’dan diğeri İstanbul’dan gelen iki kişinin Ankara’da buluştuklarını farz edelim. Bunlardan birisi şöyle dese:
— Buraya gelmeseydik görüşemezdik.
Diğeri ise şöyle dese:
— Kaderde görüşmemiz yazılmış, buraya gelmeseydik yine görüşürdük.
Bu sözlerden ikisi de yanlıştır. Zira kader sebeple neticeye aynı anda baktığından, sebebin yokluğu farz edildiğinde netice için söylenebilecek bir söz yoktur. Eğer sebep olan, bu iki kişinin Ankara’ya gitmeleri yok farz edildiğinde, netice için -yani başka bir yerde buluşup buluşmayacakları konusunda- hiçbir şey söylenemez.
Şimdi geldik sorumuzun cevabına:
— Acaba katil öldürmeseydi maktul yine ölecek miydi?
Böyle bir sorunun sorulabilmesi için, Allah’ın sebeple neticeyi aynı anda ezelî ilmiyle bilmemesini farz etmek gerekir. Yani Allahu Teâlâ -haşa- katilin falan şahsı öldüreceğini ezelîilmiyle bilmiyordu ve maktule bir ömür takdir etti. Daha sonra katil maktulü, daha takdir edilen ecelin sonuna ulaşmadan öldürdü. Sanki onu öldürmeseydi o daha yaşayacaktı.
Bu düşünce muhaldir ve caiz değildir. Çünkü Allah’ın ezelî ilmi, sebeple neticeyi aynı anda kuşatır. Allah ezelde, katilin falan şahsı öldüreceğini bildiği için, falan şahsa o kadar ömür tayin etmiştir. Eğer katil o kişiyi öldürmeyecek olsaydı, belki Allah o kişiyi o saatte başka bir sebepten öldürebilir ya da ona daha fazla bir ömür takdir edebilirdi.
Demek, mezkûr sorunun altında, Allah’ın ezelî ilminin katil ve maktule aynı anda taalluk ettiğinin bilinmemesi ve Allah maktule ömür takdir ederken katilinden habersiz olması gibi bir hezeyan yatmaktadır.
Demek ki bu sorunun altında yatan cehalet, ilmin maluma tabi olması kaidesini ve Allah’ın ezeliyet sıfatını bilmemektir. Eğer kaderin, sebeple neticeyi aynı anda nazara alarak yazıldığı bilinseydi bu soru sorulmazdı.
Bu hakikati daha iyi anlayabilmek için eserimizin ikinci ve üçüncü derslerini mutlaka okumalısınız. Çünkü ezeliyet ve ilmin maluma tabi olması kaidesi anlaşılmazsa bu anlattıklarımızı anlamak zorlaşır.
Dilerseniz cevabı bir kere daha tekrar ederek dersimizi tamamlayalım:
Allah’ın ezelî ilmi, sebep olan katili ve netice olan maktulu aynı anda kuşatmıştır. Allah katilin, iradesini kullanarak maktulü öldüreceğini bildiği için maktule o kadar ömür takdir etmiştir. Eğer katil öldürmeyecek olsaydı, maktule ne olacağı sadece Allah’ın bileceği bir iştir. Belki Allah ona daha uzun bir ömür takdir ederdi, belki de başka bir sebeple canını alırdı.
- “KUR’AN’DA KADER YOKTUR.” DİYENLERE CEVAP
-
Kaderi inkâr edenler, “Kur’an’da kader yoktur.” diyorlar. İlk önce, kaderi inkâr eden bu kişilerin sözlerine kulak verelim. Onlar şöyle diyorlar:
— Kader inancı tüm batıl dinlerin ortak saplantısıdır.
— Kur’an-ı Kerim’de kader inancı şeklinde ifade edilen herhangi bir şey yoktur. Kur’an’a baktığımız zaman imanın şartı beştir.
— Biz kaderi irademiz olarak biliriz. İrademiz kaderimizdir…
Sözleri işittiniz. Kaderi inkâr eden bu kişilere göre, Kur’an’da kader diye bir şey yokmuş.
Kader: Allah’ın ezelî ilmi ile istikbalde olacak şeyleri bilmesi ve bu bilgiyi bir defterde kaydetmesidir.
“Kader yoktur.” demek, “Allah istikbali bilmez.” demektir. “Kur’an’da kader yoktur.” demek de “Kur’an’da Allah’ın istikbali bildiğiyle ilgili hiçbir ayet yoktur.” demektir.
Ben bu sözlere şaşıyorum! Kendi kendime diyorum ki:
— Acaba benim ezberlediğim Kur’an ile bunların okuduğu Kur’an farklı mı?
— Kur’an’da birçok ayette, Allah’ın istikbalde olacak olayları bildiği zikredilirken, bunlar nasıl oluyor da “Kur’an’da kader yoktur. Allah geleceği bilmez.” diyorlar?
Ben buna şaşırıyorum! Gerçi ben şaşırsam da Kur’an’ı bilmeyen bazı kimseler kolayca aldanıyorlar ve bunların peşinden koşup ahiretlerini helak ediyorlar.
“Kader” isimli eserimizin bundan sonraki bölümlerinde, Kur’an’da kader var mı yok mu, bumeseleyi tahlil edeceğiz.
Kaderin varlığına dair birinci delilimiz Bakara suresinin 6 ve 7. ayetleridir. Bu ayet-i kerimelerde şöyle buyrulmuş:
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ
Şüphesiz o kafirleri uyarsan da uyarmasan da onlara müsavidir; onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. (Bakara 6-7)
Şimdi bu ayet-i kerimeler üzerinde biraz tefekkür edelim:
Cenab-ı Hak mezkûr ayet-i kerimelerde, kâfirlerin -uyarılsa da uyarılmasa da- iman etmeyeceğini haber vermiştir. Eğer birisi bu ayetleri gösterip şöyle dese:
— Bu ayetler kâfirlerin iman etmeyeceğini haber veriyor. Hâlbuki bizler birçok kâfirin iman ettiğini görüyoruz. Demek, ayetin “Onlar iman etmezler.” beyanı -haşa- yanlıştır.
Onların bu sözlerine karşı, bizim -yani Allah’ın her şeyi bildiğine iman edenlerin- cevabı çok basittir. Biz deriz ki:
— Bu ayetler ve bunun emsali olan diğer ayet-i kerimeler, Allah’ın ezelî ilminde kâfir olarak öleceği bilinen kişiler hakkında inmiştir. Bu kişiler -uyarılsa da uyarılmasa da- iman etmezler. Cenab-ı Hak ezelî ilmiyle bu kişilerin iman etmeyeceklerini bilmiş ve onlar hakkında “İman etmezler.” buyurmuştur.
Zaten ayetin başındaki الَّذِينَ tabiri ism-i mevsuldür. İsm-i mevsuller marife olup, belirli kişiler hakkında kullanılır. Burada iman etmeyeceği belirli olan kişiler de ilm-i ezelîde kâfir olarak öleceği bilinen kişilerdir.
Bizler, “Onlar iman etmezler.” ayeti hakkındaki soruya kısaca bu şekilde cevap verdik.
— Peki, Allah’ın ezelî ilmine inanmayanlar ve Allah’ın insanın işleyeceği amelleri bilmediğini iddia edenler mezkûr soruya nasıl cevap verecekler?
Yani birisi onlara dese:
— Allah “İman etmezler.” diyor ama birçok kâfir iman ediyor. Demek, -haşa- bu ayetin beyanı yanlıştır.
Onlar bu soruya nasıl cevap verecekler?
Ya da onlara şöyle sorsak:
— Acaba ayette belirtilen “Onlar iman etmezler.” ifadesiyle hangi kâfirler kastedilmiştir?
Bizler, “Allah’ın ezelî ilminde küfür üzere öleceği bilinen kâfirler kastedilmiştir.” diyoruz. Ama sizler ezelî ilme inanmıyor; Allah’ın, kulunun akıbetini bilemeyeceğini söylüyorsunuz. O hâlde ayette bahsi geçen “iman etmeyecek olan kâfirler” kimlerdir?
Şimdi de ayetin devamına bakalım: Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.(Bakara 7)
Şimdi birisi şöyle dese:
— Bunların ne suçu var? Eğer Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemeseydi onlar iman ederlerdi. Suç -haşa- Allah’ın…
Bu soruya bizim cevabımız yine çok basittir:
— Allahu Teâlâ onların cüz’î iradeleriyle küfrü seçeceklerini ve imana asla yanaşmayacaklarını ezelî ilmiyle biliyordu. Bu sebeple de kalp ve kulaklarını mühürledi.Yoksa imanı tercih edecek kâfirlere bu mühür vurulmamıştır.
Biz böyle derken, sizler ne diyeceksiniz? Sizler Allah’ın ezelî ilmini inkâr ediyorsunuz. Bu sebeple de bizim verdiğimiz cevabı veremezsiniz! Bu durumda da şu soru ortaya çıkar:
— Eğer Allahu Teâlâ kulunun akıbetini ve cüz’î iradesiyle küfrü seçeceğini bilmiyorsa, bu mührü neye göre vurmuştur?
Yoksa şuna mı inanıyorsunuz: -Haşa- Allah bir kısım kullarının kalbini ve kulağını mühürledi. O kullar da bu mühürden dolayı iman edemiyor.
— Buna mı inanıyorsunuz?
Bakın, bozuk itikadınız nasıl bir netice verdi. Sizler sadece Allah’ın ilmini inkâr etmekle kalmıyor, aynı zamanda Allah’a zulüm de isnat ediyorsunuz. Zira Allah mühürlediği için onlariman edemiyorsa ve iman etmedikleri için de cehenneme gireceklerse, bu bir zulümdür. Bu tıpkı birinin dilini kesip onu konuşmaya davet etmeye ve konuşamadığı için de cezalandırmaya benzer.
— İnandığınız Allah böyle bir Allah mıdır?
Şimdi bu delili şu sorularla toparlamak istiyorum:
Ey kaderi inkâr edenler! Şu sorularımıza cevap verin:
1. Ayet-i kerimede kâfirler için, “Onlar iman etmezler.” buyrulmuş. Burada bahsedilen kâfirler kimlerdir?
2. Baştaki الَّذِينَ ism-i mevsulü, bu kâfirlerin bilinen kişiler olduğunu göstermektedir. Bu kişiler, Allah’ın ezelî ilminde kâfir olarak öleceği bilinen kişiler değilse kimlerdir?
3. Eğer Allah kimin kâfir kimin mümin olarak öleceğini bilmiyorsa, “Onlar iman etmezler.” sözüyle neyi kastetmiştir?
4. Bazı kâfirlerin iman ettiği görülmektedir. Dolayısıyla bu hâl, “Onlar iman etmezler.” ayetinin hükmünü delmektedir. “Onlar” ifadesiyle, ilm-i İlahîde kâfir olarak öleceği bilinen kişilerin kastedildiğini kabul etmezsek, iman eden kâfirlerle “Onlar iman etmezler.” hükmünü nasıl cemedeceğiz?
5. Ayet-i kerimede, Allah’ın onların kalp ve kulaklarını mühürlediği bildirilmiştir. Bu mühür bize göre, kâfir olarak öleceği bilinen kişilere vurulmuştur. Peki, size göre kime vurulmuştur?
6. Eğer Allah bu mührü kâfir olarak öleceğini bildiği kullara vurmamışsa ve mühür vurulduğu için bu kişiler imana muvafık olamıyorsa, bu bir zulüm değil midir?
7. Eğer Allah’ın bu mührü -ezelî ilmiyle- kâfir olarak öleceğini bildiği kişilere vurduğunu kabul etmezseniz şu sorumuza da cevap verin: Allah bu mührü neye göre vurmaktadır?
Eğer gücünüz yetiyorsa bu sorularımıza cevap verin de görelim!
- TEBBET SURESİ KADERİN VARLIĞINI İSPAT EDER
-
TEBBET SURESİ KADERİN VARLIĞINI İSPAT EDER
“Kur’an’da kader yoktur.” diyenlere cevap vermeye devam ediyoruz. Şu meseleyi hatırlatarak dersimize başlayal