Kurban Bağışı

Din, cihad ve zorlama: İslam barış dini midir?

Soru Detayı

– İbn-i Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
“Ben insanlar Allah’tan başka ilâhın olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye kadar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı, kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm’ın hakkı hâriç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allah’a kalmıştır.” [Buhârî, İmân 17; Müslim, İman 36, (22)]
– Bu hadisini nasıl anlamalı?
–  İslamın barış dini olması ile muvafakatını izah eder misiniz?

Değerli kardeşimiz,

İbn-i Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):

“Ben insanlar Allah’tan başka ilâhın olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye kadar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı, kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm’ın hakkı hâriç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allah’a kalmıştır.” [Buhârî, İmân 17; Müslim, İman 36, (22)]; Müslim’deki rivayette “İslâm’ın hakkı hâriç” ibâresi mevcut değildir.

Hadiste, İslâm’ın şartlarını yerine getiren kimsenin mal, can ve namus… emniyetinin sağlanacağı, kimsenin artık onu rahatsız edemiyeceği belirtiliyor.

Bu hadisi okurken şu hususlara dikkat gerekiyor:

1) Hadiste öldürülmesi emredilen “nâs” müşrik Araplardır. Çünkü onlar Rasulullah’ın Arap topraklarında emniyetli bir vatan tutmasına karşı çıkıyordu. Bu aşırı kin ve husumete karşı, o da, “Arabistan’da iki din kalmayana kadar” savaşı emretti.

2) Hadisin bir rivâyetinde “nâs” kelimesi “Arap müşrikleri” lafzıyla gelmiştir. Hadisi bitirirken Rasulullah’ın,

“Sen sadece nasihat ver. Onlara zor kullanacak değilsin.”(Ğaşiye, 88/21-22)

âyetini okuması da bu mânâyı destekler.

3) Mekke’nin fethindeki tavrı da zikredilen hususun doğruluğuna delildir. Yıkılan putlarına ağlayan insanları bile “dine girmeye” zorlamadı; bilakis, “Bugün siz serbestsiniz” diyerek imanın tabiî olarak kalblerine girmesinin yolunu açtı.

A. DİN VE “ZORLAMA”

Cenab-ı Hakk’ın insanlık için seçtiği nihai din İslâm’ın uygulanması için takip edilen usuller zaman içinde değişik tartışmalara mevzu olmuştur. Dinin ve imanın mahiyetleri, Kur’ân’ın ilk müşahhas misali olan Hz. Peygamber’in (a.s.m.) sireti, Râşid Halifeler ve Tâbiîn ile Ehl-i Sünnet’in amel ve itikad imamlarının telakki tarzlarını dikkate almadan yapılan yorumlar, mü’minler arasında sıkıntı sebebi teşkil etmiştir.

Çevre âmilleri, terbiye tarzları, psiko-sosyal yapısı itibariyle selef-i sâlihînin bütün mevcudiyetleri ile yöneldikleri İslâm’ı uygulama şekli ve metodlarından sarfınazar etmek “dinde hassas, aklî muhâkemede eksik” kişilerde, itici ve ürkütücü bir İslâm imajının gelişmesine yol açmıştır. Bu çerçevede, “Dinde zorluk yoktur”1 âyeti ile “İslâmî müsamaha” ve “cihad” mefhumlarının nasıl değerlendirilmesi gerektiği, dün gündemde olduğu gibi, bugünkü Müslümanların da gündemindedir.

“Dinde zorlama”nın varlık ve yokluğunun nasıl anlaşılması gerektiğine geçmeden, dinin ve imanın tariflerine göz atmakta fayda vardır.

1. Din ve İmanın Mahiyeti

“Din, Allah Teâlâ tarafından vaz’olunmuş bir kanundur. İnsanlara saadet yollarını gösterir. Yaratılışlarındaki gaye ve hikmeti, Allah’a ne suretle ibadet edileceğini bildirir. İnsanları, kendi arzuları ile dini kabul eden akıl sahiplerini hayr olan işlere sevkeder. Dinin vâzıı Allah’tır, insanlara ulaştırıcısı da peygamberlerdir. Onların vazifeleri dinî hükümleri sadece tebliğ etmekten ibarettir.”2

İman, lügatta tasdik etmek, haberi veren zâtın anlattığı hükme gönüllü olarak boyun eğmek, onu doğru saymaktır. Istılâhî mânâsı ise, Peygamber (a.s.m.)’ın getirdiği şeyleri tasdik ve ikrar etmektir. İmanın gerçekleşmesi için bunlara topluca iman da yeterlidir. Muhakkik alimlere göre iman tasdikten ibarettir. Dıştaki alâmeti ve ikrar, sadece dünyevî hükümlerin tatbiki için gereklidir. İkrar ile, kişinin Müslüman olduğu toplumca da bilinir, benimsenir. İkrar, Allah indindeki Müslümanlığın şartı değildir. Bu sebeple ikrar aslî değil, zâid bir şarttır.3

İmanın mahiyetiyle ilgili diğer bir önemli husus da şudur: İmânın, akıl, fikir, nazar ve istidlâle bakan bir yönü vardır. Bilgi unsuru olan “marifet ve ilim” üzerine bina edilir. İmân edilecek şeyleri tanımadan sıhhatli bir imandan söz edilemez. Ayrıca, imanda “ihtiyar ve irade de” vazgeçilmez bir unsurdur.

“Bilinenin” iman edilen bir şey haline gelmesi için gönüllü olarak, “iz’an ve kabülü” şarttır. İmânın bu unsuru tamamen kesbidir. İmân irâdi bir tasdik, gönüllü bir kabül olduğu için de, mükellefiyetleri netice verir. Bu sebeple dini imanda sevgi unsuru ön plândadır. Fertlerin kalbindeki sevgi temeline dayanan iman hareketi, onun gelişmesi nisbetinde büyür ve cihanşümul hâle gelir. Dini akide sevgiye ve bilgiye dayanır. Bir adam gönülden benimsediği bir inancını da açıklamaktan (ikrar) haz alır, hatta gurur duyar.4 İmanın kazanılması açısından tarifini ortaya koyan Sa’d-ı Taftazani’nin,

“Cenabı- ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarinin sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.”

ifadesinde bile, Allah’ın “kulu iman ya da imansızlığa zorlamadığı” dikkate verilir.5

İmanın, “kalb ile tasdik, dil ile ikrardır” şeklindeki tarifi, onun ancak “dil ile ifade edilerek” anlaşılacağına işarettir. Tasdik asıl; ikrar ise, zâid bir rükündür. Bu sebeple zorlama altında “inanmıyorum” diyen imandan çıkmaz.6 Zorlama altında inanan kişiye ise “kâfirsin” denemez. Çünkü bu kişinin kalbiyle inanmış olma ihtimali de vardır. Kalbin içini okumak ise imkânsızdır.7

Üsame bin Zeyd ve bir grup Huruka’ya gönderilmişti. Üsame de orada, “Lâilâhe illallah” diyen birini, “Bu sözü ölüm korkusundan söyledi.” diyerek öldürdü. Halbuki Ensar o zâta karşı savaşmamıştı. Hadise, Rasulullah’ın şiddetli ikazına sebep olmuştur.8 Bir rivâyette dekelime-i tevhidi söyleyen birini öldürenin cesedini toprağın kabul etmediği” görülmüştür. Hz. Peygamber,

“Arz bundan daha günahkâr kimseleri de kabul eder. Fakat, Cenab-ı Hak kelime-i tevhide hürmeten böyle ibret gösterdi.”

buyurmuştur. Bu sebeple zanna dayanan bilgi ile tekfir etmekten, gerek Hz. Peygamber, gerekse âlimlerimiz devamlı kaçınmıştır. Hatta İmam-ı Gazzâlî bu hususta,

“Ehl-i kıblenin, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ diyenin mal ve canını (tekfir etmek suretiyle) mübah saymak tehlikelidir. Bin kâfiri hayatta bırakmak hususunda yapılan yanlışlık, bir Müslümanın bir şişe kanını akıtmakla yapılan hatadan daha hafiftir.” der.9

2. Niyet-Din İlişkisi

Din ve imanın mahiyetine dair bu kısa açıklamadan sonra şunu söylemek mümkün: Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır. İkrah ile yapılan ameller, itikad, ibadet ve muâmelâtın hangisiyle ilgili olursa olsun kat’iyetle muteber sayılamaz.10 Bu,

“Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.” hadisine de zıttır.

“Çünkü ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır.”11

“Halbuki onlar ihlâs ile, Allah’a kulluk etmekten başka birşeyle emrolunmamışlardır.”12 âyeti de

“niyeti sadece Allah rızasına münhasır kılmayı” esas alır.

İman gibi, İslâm kelimesinin kelime ve ıstılâhî mânâlarında da ihtiyar, gönülden benimseme anlamı vardır. İslâm, “selâm, sulh, sükûn, samimiyet ve bağlılık”ı ifade eder. İslâm’ın özü, yapılan iş, söylenen söz ve icra edilen fiilde samimi ve iyi niyetli olmak, araştırma sonucu, sağlam, doğru ve iyiye bağlanmak, teslim olmaktır.”13 Bunun için, Kur’ân’ın ilk ve son olarak üzerinde durduğu husus zihin terbiyesidir. Bütün hayvanlar gibi insanın da içgüdüleri vardır. Fakat onları irade ve ihtiyarı ile yönlendirir. İradeye hakim olan ve onun hürriyetini kullanan ise, zihin ve akıldır.14

Hem iman, hem de İslâmiyetin mânâsında “niyet ve samimiyet, irade ve ihtiyarla” benimseme asıldır. “Çünkü bir işten maksat ne ise, hüküm, niyet ve maksada göre verilir. Bütün ibadetlerde, -farz, vacip, sünnet, müstehap- hepsinde niyet farzdır. Niyet olmazsa ibadet olmaz, ibadet olmayınca sevap da olmaz.”15 Hatta niyet, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acip bir iksir ve hasiyete sahiptir. Niyet bir ruhtur, onun ruhu da ihlastır. Kurtuluş, sadece ihlas iledir.16 İhlas dinin itikad ve ameli ilgilendiren her meselesinde geçerlidir. Niyetsiz amel olmaz.

3. Din ve Hürriyet

Samimiyet, güzel niyet, gönülden bağlılık, hasbîlik, ihlas, içi ve dışı ile sadece Allah’ın rızasını gözetme gibi yüksek hallerin hiçbiri, “zorlama” ile meydana getirilemez. Baskı, şiddet, tehdit insanı bunların dışına iter ve reaksiyona sebep teşkil eder; ve, hiçbir zaman kalbî bir bağlılık sebebi olamaz. Çünkü milleti ve devleti şekillendiren manevî değerler yalnız inançla açıklanabilir. Gerçek ise, ancak ruhun hürlüğü içindeki bir hürriyet atmosferinde gelişir, kılıç zoruyla değil. İnanç hürriyeti de bütün hürriyetlerin bu sebeple anası sayılır. Çünkü “şahsiyeti hür geliştirme inanç hürriyeti ile mümkündür.”17

“Dinde ikrah yoktur. Muhakkak ki, hak ile bâtıl ap açık ortaya çıkmıştır.”

âyeti, dinin konusu ve tebliği açısından da müsbet bir yaklaşımı netice verir. “Dinin konusu ıztırarî değil, ihtiyarî fiillerdir. Dini ihtiyar ile dilemek gerekir. Bunun için ihtiyarı kaldıran fiillerden birisi olan ikrah dinde yoktur. Bu, ‘Dinde, dinin dairesinde, dinin hükmünde ikrah olmaz, olmamalıdır’ demektir. Dinin şanı ikrah değil, ikrahtan korumaktır. “İslâm’ın hakim olduğu yerde ikrah da bulunmaz.” diyen E. H. Yazır, “ikrah ile meydana gelen bir amelde dinin va’d ettiği sevap ve ikabın bulunmayacağını” hatırlatır. “Rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. Bu sebeple bir kişinin diğerine ikrah ederek bir ameli işlettirmesi de meşru’ ve muteber sayılmaz. Çünkü ikrah, bir insana hoşlanmadığı bir fiili zorla yaptırmaktır. Halbuki din, hoşlanılmayacak bir şey değildir.”18 Hoş ve güzel olan dine, insanı, baskı ile sevketmek, onu antipatik bir hale getireceğinden,“zorlama” dinin özüne zıttır.

Dünya bir imtihan meydanıdır. Allah insanların önüne birçok seçenekler sunmaktadır. Şâyet din baskı ile insanlara benimsetilir, benimsetilmeye çalışılır ise bilgi, irade ve şuurla verilen karar sağlıklı olmaz. Seçme hürriyeti ortadan kalkar.19 İmtihan gerçeği altüst olur. Elmalılı H. Yazır, ikrahın dine girdirmek için caiz olmadığı gibi, bu fiile teşebbüs edenlerin de âyete zıt düşmüş olmasıyla cezaya çarptırılması gereğini ifade ediyor. İslâm ahkâmı altında herkes müşrik, Ehl-i kitap dinî haklarında serbesttir. Bir müşrik, dilerse, Hristiyanlığı ya da Yahudiliği seçebilir. Vergisini ödemek kaydı ile İslâm devleti ona karışmaz.

İnanma ve amelde tanınmış olan bu hürriyetin sınır noktası yok mudur? Elbette vardır ve olmalıdır da. Çünkü insan yaratılış itibariyle hem hayra, hem de şerre kabiliyetlidir. İnsanın akıl, şehvet ve gadab gibi hisleri mutlaka kayıt altına alınmalıdır. İnsan ruhunun kuvvelerine fıtraten bir had tayin edilmemiştir. Zulüm, tecavüz, kendine ya da gayrına zarar, eşyayı tahrip, dünyayı fesada verme gibi kötülüklerin menşeinde bu vardır. Sübjektif olmayan, insanı yanıltmayan bir sınırlama ölçüsü “küllî bir akıl” olan şeriattır.20 Zira kayıtsız bir hürriyet, bir vahşettir, hayvanlıktır. Hudutsuz hür yaşamak nefsin ve şeytanın esiri olmaktır. Şeriat dairesinde olmayan bir hürriyet rezil bir esarettir. Demek ki, imana ne kadar kuvvet verilirse hürriyet de o kadar parlar.21 Çünkü insan hür olsa da “abdullah”tır. Allah’ın kulu olmaktan kurtuluş yoktur. Öyle ise onun koyduğu sınırlayıcı kaidelere uymak gerekir.

4. Kur’ân’da İnanç Hürriyeti

Hareket noktası edindiğimiz, Bakara sûresinin 256. âyeti olan,

“Dinde zorlama yoktur. İman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır.”

hükmü, başka âyetlerde de geçmekte ve insanların “bizatihî güzel olan imanı” severek kabul etmesine fırsat tanınmaktadır.

“Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki kimseler elbette topyekün iman ederdi! Böyle iken, o halde sen inanmaları için insanları zorlayacak mısın?”22

âyeti, inanmanın irade ve ilahî takdir boyutuna birlikte dikkat çeker. Şu âyet bu hususta daha açık bir tercih imkânı sunmaktadır:

“De ki: ‘Bu Kur’ân Rabbinizden gelen bir haktır. Dileyen iman etsin, dileyen kafir olsun.’”23 

“De ki: ‘Ey insanlar, size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim hidâyeti kabul ederse o, ancak kendi faidesi için hidâyete ermiş; kim de saparsa o da yalnız kendi zararına sapmış olur. Ben sizin başınızda bir bekçi değilim.”24

Bu âyetler hak ve bâtıl, doğru ve yanlışa inanma konusunda akıbetine katlanmak şartı ile insanların serbest bırakıldıklarını göstermektedir. İlgili âyet ve hadislerden din ve vicdan hürriyetinin muhtevası şöyle tespit edilebilir:

     a. İman etme,
     b. Bağlı bulunduğu dinin esaslarına göre amel,
     c. Dinini öğretme, öğrenme ve neşir hakkı,
     d. Dinin emirlerini yerine getirme.

İslâm diğer inanç sahiplerinin imanlarına göre yaşama hürriyetlerini kanuni teminat altına almıştır. Bu tespitler inanç hürriyetinin varılabilecek zirve noktasını teşkil eder. Bu sebeple İslâm ülkelerinde tarih boyunca, kilise ve havralar, sinagoglar varlığını sürdürmüş, her türlü dinî merasim ve ayinlerini devlet himayesi altında yapagelmişlerdir.25

6. İlgili Emirlerin Tatbiki

Bu hürriyetler İslâm hukukunda esaslı prensiplere bağlanmış, hayatın tamamını kuşatacak şekilde tanzim edilmiştir.26 İslâm dini son ve mütekâmil din olmasına rağmen fertleri İslâm’a girmek için zorlamamış, kimseye de böyle bir hak vermemiştir. Hz. Peygamber (asm)’in sünnetinde bu hususun âyette esas alındığı şekilde tatbik edildiği görülür. Onu takip eden Raşid Halifelerden Hz. Ömer (r.a.) da Kudüs’ün Hristiyan ahalisine verdiği emanda, onlardan hiçbirinin dinlerini değiştirmek için zorlanmayacağını belirtmiştir. Medine Anayasası diye tarihe geçen ilk yazılı metinde de Hz. Peygamber (asm) bunu,

“Yahudilerin dini kendilerine, mü’minlerin dinleri de kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.” (md. 25) diye ifade etmiştir.

Ayrıca Necranlılarla yaptığı anlaşmada da şu madde bulunmaktadır:

“Necranlılar ve tâbileri için, malları, din ve cemaatları, kiliseleri ve malik oldukları diğer şeyler hususunda Allah’ın himayesi ve Muhammed’in teminatı vardır.”27

Bu düşüncenin eseri olarak tarih boyunca İslâm beldelerinin her tarafında kiliseler, havralar mevcudiyetlerini sürdürmüş, hatta Şam’ın Müslümanlar tarafından fethinden sonra, camiye çevrilen kilisenin yarısında Müslümanlar, yarısında da Hristiyanlar ibadetlerini sükunet içinde yerine getirmeye devam etmişlerdir. Hatta Kur’ân Ehl-i kitapla savaşanlara karşı Müslümanlara onları koruma talimatı verir:

“Haksızlığa uğratılarak, kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verilmiştir. Onlar haksız yere ve ‘Rabbimiz Allah’tır’ diyorlar diye yurtlarından çıkartılmışlardır. Allah, insanların bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle def’etmeseydi, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi.”28

Müslümanların azınlıkta bulundukları dönemler için baskı kurma gibi bir niyetlerinden söz edilemez. Acaba, Allah’ın nusretine mazhar olup, binlerce insanla kendilerine yıllarca zulüm ve işkenceleri reva göre Kureyş müşriklerine hakim oldukları, Mekke’yi fethettikleri zaman nasıl davrandılar? Bir dinin güzelliğini, onu tebliğ eden zâtın hakkaniyetini de göstermesi bakımından Mekke’nin fethi tarihin akışını değiştiren bir özellik sahibidir. Hicretin 8. senesinde Müslümanların 300’ü süvari, yaklaşık 5.000 civarındaki insanla Mekke’yi fethi siyasî bir kurtuluş savaşıdır. Bununla birlikte Hz. Peygamber (asm) onları hiçbir meselede zorlamadı. “İmanın vicdan ve kalplere tabiî olarak akması için herkesi kalp ve vicdanlarıyla başbaşa bıraktı.”29 Fetih hutbesini okuduktan sonra,

“Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?” dedi. Kureyşliler,

“Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun. Bize ancak hayır ve iyilik yapacağını umarız.” dediler. O da şöyle dedi,

“Benim halimle sizin haliniz, Yusuf’la kardeşlerinin hali gibidir. Ben de size diyorum: ‘Bugün sizin için kınama yoktur. Allah sizi affetsin. O merhamet edenlerin en merhametlisidir. Gidiniz, sizler serbestsiniz.’ ”30

Hakikat bu olmasına rağmen, bir kısım topluluklarda görülen dini baskı ile kabul ettirme temayülü, dinle değil, siyasetle ilgili bir husustur. Çünkü dinin aslı ve cevheri olan iman, gönlü yatıştırmak, ona nüfuz etmekten ibarettir. Gönlü bir işe sevketmenin de baskı ile alâkası yoktur. O, sadece açıklama ve delilleri ap açık sunmakla kabul edilir. Bu âyet, “İslâmî kuralların büyüklerinden” kabul edilir.31

B. İSLÂMÎ MÜSAMAHA ANLAYIŞI

1. Peygamberimizin Müsamahası

İslâmiyet “zorlamanın” karşısında olduğu gibi, aksine dinî hayatta mü’minlere ve diğer insanlara karşı müsamahalı davranmayı öngörür. Müsamaha (tolerans) başkalarının inanç, düşünce ve duygularına karşı saygılı ve anlayışlı olmak demektir. Bâtıl din ve inanç sahiplerinin kendi gibi gerçeklere inanmasını istemek, bunun için meşru usullerle çalışmak “salabet-i diniyye”; bu sonuca cebr, şiddet ve zorla ulaşmaya çalışmak ise, “taassup”tur. Taassup, başkalarının inançlarına saygılı olmamak, onları da her halde kendi gibi olmaya zorlamaktır.

Müsamaha ile dinî mukaddeslere hakaret eden, inançlarımızı ayaklar altına alan insanların kavlî ve fiilî tavırlarına karşı sessiz kalmak karıştırılmamalıdır. İkincisi müsamaha değil, dinde lâkaydlıktır. Bu noktada, Müslümandan beklenen “dinî gayret”tir. Dinî gayrete sahip çıkmanın sayısız örnekleri vardır…

Sa’d bin Übade, Rasulullah’ın da bulunduğu bir sohbette,“Karımın yanında yabancı bir erkek görsem onun boynunu kılıcımın keskin tarafı ile vururum.” dedi. Bunun üzerine Rasulullah (a.s.m.)

“Sa’d gayyur (çok kıskanç) bir adamdır. Fakat ben ondan daha gayyurum. Allah ise benden daha gayyurdur. Onun için fuhşun açık olanını da gizli olanını da haram kılmıştır.” buyurdu.32

Müsamaha ile lâkaydlık, dinî gayret ile dinde lâubâlilik birbirine karıştırılmamalıdır. (İslâm’da ferdin ceza verme yetkisi ilerde gelecektir.)

Rasulullah Medine’de müşrikleri evinde misafir etmiştir. Yahudiler hasta olunca ziyarette bulunmuş, cenazeleri geçerken ayağa kalkmıştır. Necran’dan gelen Hristiyanları mescidde misafir etmiş ve burada dinî ayinlerini yerine getirmelerine izin vermiştir.33 Şu hadise onun müsamahasına mühim bir örnek teşkil eeder:

Bir bedevi mescidin bir kenarın işemişti. Oradakiler adama bağırıp çağırmaya başladılar. Hz. Peygamber de duruma şöyle müdahalede bulundu:

“Bırakın adam işini bitirsin. Sonra da üzerine bir kova su dökün. Zira siz işi zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için gönderildiniz.”34

Hz. Peygamber (a.s.m.) muhalif ve düşmanlarının dinî itikad ve amellerine olduğu gibi, siyasî inanç ve fikirlerine de tahammül etti. O gerçek bir müsamaha peygamberi idi ve bunu fiilî ve kavlî olarak gösterdi. Medineli Yahudilere ne kadar müsamahalı davrandıysa; her seferinde andlaşmayı, sözleşmeyi bozan taraf Yahudiler oldu. Hatta bir seferinde Yahudiler ona suikast planlamıştı. Bunun cezası kendi kitaplarına göre erkeklerin öldürülmesi, kadınların da hapsedilmesi idi. Fakat Peygamberimiz bunu da affetti. Hepsinin malı ve çocuklarıyla birlikte gitmelerine izin verdi.35

Hudeybiye anlaşmasının yürürlükte olduğu sırada Ten’im dağından seksen kişi Rasulullah’ı öldürme teşebbüsüne geçmişlerdi. Bunlar yakalanıp kendisine getirildi, fakat onları affetti. Hayber’de keçi kesip Rasulullah (asm)’a ikram eden bir Yahudi kadını, etin içine zehir atmıştı.“Peygamberse zaten bilir, değilse insanları ondan kurtarmış olurum.” diyerek öldürmeye teşebbüs etmişti. Peygamberimize mu’cizevî bir şekilde etteki zehir farkettirildi. Kadını affetti. Fakat etten zehirlenerek ölen Müslümanın yakınları, onu kısasen öldürdüler. 36

Uhud muharebesinde düşmanla karşılaşmasında dört dişi kırıldı, mübarek yüz ve başından yara almıştı. Ashab bunca eza ve cefalar arasında onun düşmanlarına beddua etmesini beklerken, Rasulullah, (a.s.m.) “insanlara beddua etmek için değil, onları Allah’ın yoluna çağırmak için geldiğini” ifade etti. Taif muhasarası sırasında, ayakları kanlar içindeyken, ellerini semaya kaldırmış, herkes Allah’tan bu beldeye bir musibet vermesi için dua edeceğini zannederken o,

“Rabbim Taif halkını İslâm’ın zenginliği ile nimetlendir ve onları Medine’ye dostluk ruhu ile gönder.” diye yalvardı.37

Hz Âişe Validemize göre, Rasulullah kimseden kendi namına intikam almamıştır. Hiçbir zaman kötülüğe karşı kötülükle karşılık vermemiştir. Kureyşliler ona her türlü eza ve cefada bulundu. Alay etti, hakaret savurdu, saldırdılar, hayatına kasdettiler, ona pek çok defa savaş ilan ettiler. Fakat bütün bunların sonunda, on bin kişilik ordu ile Mekke’yi fethettiği zaman Rasulullah hiçbir kimseden intikam almadı. Küfürde aşırı giden dokuz kişi müstesna, herkesi affetti. Onlardan gelip pişman olanları salıverdi. 38

2. Kur’an’ın müsamaha emirleri

Zikrettiğim misaller Rasulullah’ın “dini ve inançlarını benimsetme” uğruna en küçük bir baskı ve şiddetten bile kaçındığını gösterir. Bu müsamahanın kaynağı Rabbinin emirleridir. Kur’ân bu hususu değişik şekilde ele almış, zâtını o yüce mektepte kamil bir muallim haline getirmiştir.

“Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden yüz çevir.”39
“Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde bir kötülüktür. Ama, kim affeder ve barışırsa onun da ecri Allah’a attir. Doğrusu o zulmedenleri sevmez.”40
“O takva sahipleri bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.”41
“Sana uyan mü’minlere şefkat kanatlarını ger. Eğer sana karşı gelirlerse, ‘Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım’ de.”42
“Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen huysuz ve katı kalbli birisi olsaydın, muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet. Allah’ın da onları bağışlaması için dua et!…”43
“İyilik ve fenalık eşit değildir. Ey inanan kişi! Sen fenalığı en güzel şekilde def et! O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.”44

Zikrettiğimiz âyetler müsamahayı emredenlerden sadece birkaçıdır. Şu da unutulmamalı ki, hoşgörü, her zaman aynı neticeyi vermeyebilir. Bu sebeple âyetleri değerlendirirken, hangi durumda nasıl bir hareket tarzı takip edileceği mevcut şartların basiretle incelenmesine de bağlıdır. Bu açıdan mü’minler, insanî münasebetlerde, akılcı ve ölçülü olmalıdır. Düşmanlık yerine dostluk ve sevgi bağlarının kurulmasını; öfke, hiddet ve intikam yerine hilmi, yumuşaklığı, sabrı; kötülük yerine ihsan ve iyiliği, hayrı; cimrilik yerine cömertliği; dargınlık yerine arabuluculuğu, arkadaşlığı, merhamet ve şefkati, yardıma koşmayı, alçakgönüllü olmayı, ülfeti, afv ve bağışlamayı45 esas edinmeli; insanlara İslâmiyeti anlatmada basitten mürekkebe, azdan çoğa doğru tedricî bir yol takip etmelidir.

3. Tebliğ-Sulh İlişkisi

Müşriklerle savaşmayı emreden,

“Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.”46 ve

“Hoşunuza gitmese de, size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı.”47

âyetleri ve cihada izin veren, hatta emreden âyetlere bakarak İslâm’ın “kılıç dini olduğunu” söylemek bilgisizlik eseridir.

İslâmiyet barış dinidir. Arapça, “selâm” ile “islâm” kelimeleri aynı kökten gelmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de es-Selâm’dır. Cennetin de bir ismi Daru’s- Selâm’dır. Nihâyet mü’minlerin birbiriyle karşılaştıkları zaman ilk sözleri “selâm”dır.

Mü’min için aslolan barış tarafını tutmaktır.

“Rahman’ın kulları yeryüzünde mütevâzı yürürler. Câhiller kendilerine sataştıkları zaman ‘selâm’ derler.”48

Selâm mü’minin dilinden hiç düşmeyen bir kelimedir. Her tahiyyatta Allah’a “Bize ve Allah’ın diğer salih kulları üzerine selam olsun.” diye dua ederiz.49 Bu kadar barış ve selâmeti arzulayan bir dinin diğer insanlarla ilişkilerde de barışı esas alması kadar tabiî birşey olamaz. Bu sebeple Cenab-ı Hak Kur’ân’da birçok yerde barışa yönelmeyi emretmekte; savaşı ise en son çare olarak göstermektedir. Bu emirlerden birkaçı:

“Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın.”50
“Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz, size barışı teklif ederlerse Allah onlara dokunmanıza izin vermez.”51
“Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurdunuzdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmaktan ve adalet etmekten Allah sizi men etmez.”52

Hz. Peygamber (asm) de gayri müslimlerle olan ilişkilerinde devamlı barış istikametinde hareket etmiş, harb başlatıcısı olmamıştır. Başkaların sebep olduğu savaşların başlangıcında da daima barış teklifinde bulunmuştur:

“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin. Karşılaştığınızda da sabredin.”53

Hz. Peygamberin dinini yaymak, Kur’ân’ı benimsetmek için barış ve sulha ne kadar önem verdiğini gösteren belgelerden birisi Hudeybiye Musalahası’dır. Hicretin 6. senesinde yapılan bu sulh andlaşması, İslâm’ın benimsenmesinde muazzam bir zafere kapı açmıştır.

Kâbe’yi tavaf etmek için Mekke ileri gelenlerine Rasulullah’ın elçiler vasıtasıyla yaptığı teklifler cevapsız kaldı. Üstelik Hz. Osman’ın da öldürüldüğü şayiası çıkarıldı. Müteaddit teşebbüsler savsaklanınca Rasulullah, “Allah bana biat yapılmasını emrediyor.” diyerek sahabilerden Allah yolunda savaştan dönmeyeceklerine dair söz aldı. Müslümanlardaki bu kararlılık sebebiyle müşrikler üç gün yanlarında tuttukları Hz. Osman’ı da salıverdiler. Fakat müşrikler, Rıdvan Biatıdiye tarihe geçen bu biattan telaşa kapıldılar. Peygamberimiz ve ordusunun üzerlerine yürüyeceği endişesi ile aceleyle Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyeti sulh teklif etmek üzere Hz. Peygamber’e gönderdiler. Müzakereler sonunda imzalanan anlaşmada şu maddeler yer alıyordu:

a. Müslümanlarla müşrikler, huzur ve emniyet içinde yaşamalarını devam ettirmek için birbiriyle on yıl müddetle savaşmayacaklar.
b. Peygamber ve ashabı bu yıl Mekke’ye girmeyecek. Gelecek yıl da yalnız yolcu silâhı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe’yi tavaf edecekler ve Mekke’de de sadece üç gün kalıp dönecekler. Müşrikler ise o sırada şehri boşaltacaklar.
c. Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler iade edilmeyecek. Fakat Mekke’den Medine’ye, velev Müslüman dahi olsa, iltica edenler istendiği takdirde geri verilecekler.
d. Arap kabilelerinden isteyen Peygamber’le, isteyen de Kureyş’le birleşmekte serbest olacak.54

4. Hudeybiye Sulhunun Neticeleri

Hudeybiye anlaşmasında görünüşte Müslümanların aleyhine olan maddeler vardı. Hatta bazı sahabiler Müslümanların izzeti korunmadı diye seslerini bile yükselttiler. Peygamberimiz (a.s.m.),

“Bizden onlara gidecek olanları, Allah bizden uzak etsin. Onlardan bize gelip geri çevireceğimizi de muhakkak ki Allah biliyor. Onlar için elbette bir genişlik yaratacaktır.”55

diye çevresindekileri teselli etti. Hz. Ömer anlaşma metni karşısında feveran ediyordu. Bilâhere şöyle diyordu:

“Ben hiçbir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygambere hiçbir zaman yapmadığım bir şekilde başvurdum. Eğer o gün kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muâhede yüzünden hemen bunların içinden ayrılırdım.”56

Hudeybiye anlaşmasının hayır yönlerini Peygamberimiz şöyle anlattı:

“Hudeybiye sulhu en büyük fetihtir. Müşrikler sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize razı olmuş, emniyette bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslâmiyeti de böylece sizlerden öğreneceklerdir. Allah sizi onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ-salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.”57

Gerçekten Hz. Peygamber (a.s.m.)’in müjdelediği gibi, Hudeybiye’nin çok müsbet neticeleri olmuştur.

1. O zamana kadar İslâm’ı ve İslâm devletini tanımak istemeyen Arap müşriklerinin dinî, siyasî ve iktisadî yönden tâbi oldukları Kureyş, İslâm devletini resmen kabul etmiş oldu. İslâm’ı ve Müslümanları topyekün imha için planlar hazırlayan bu kabile, kabına çekiliyor, on sene müddetle Müslümanlarla iyi münasebetler içinde olmaya, yani sulh ve sükun içinde hareket etmeye rıza gösteriyordu.

2. Kureyş, İslâm devletinin başka bir hasım devletle halledilmesi gerekli mes’elelerinde tarafsız kalma şartına imza atıyordu.

3.Maddî kılıç kınına kondu, Kur’an’ın mânevî, parlak kılıcı ortaya çıktı. Kalp ve akıllar fethe başlandı. Müslümanlar ile müşrikler serbestçe görüşme imkânı buldu. İslâmın sönmez nurlarını hal ve tavırlarıyla gösteren sahabilerin hali müşrikleri celbetti. Kavim ve kabile taassubu kırıldı. Birer harb dahisi olan Halid bin Velid ve Amr bin As gibi zâtlar maddî kılıçla mağlubiyeti içlerine sindiremiyordu. Fakat sulh ortamında müzakere ve sohbetler ile bizzat Rasulullah’a arz-ı teslimiyetle, Müslüman oldular.

Hudeybiye anlaşmasından Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene içinde Müslüman olanların sayısı, Hz. Peygamberin nübüvvet vazifesine başlayıp sulh gününe kadar Müslüman olanların sayısından fazladır.

İki sene önce umre için yola çıkan sahabiler (Müslümanlar) 1.400 iken, Mekke’nin fethine gidilirken bu rakam 10.000 civarını bulmuştu.

Kur’ân musalaha ile açılan “manevî fetihlere” işaretle,

“Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık.”58

buyurmuştu. Bu âyet ve neticeye bakan bazı alimler, İslâmın “asıl zaferinin” manevî sahada olduğu neticesine varır.59 İmam-ı Zührî der ki, “İslâm’da Hudeybiye musalahasından önce daha büyük bir fetih olmamıştır.”60

Sulhun İslâmiyetin benimsenmesi için ne derece önemli bir unsur olduğunu bilen Hz. Peygamber (a.s.m.) ne ekalliyette iken, ne de zafere ulaşmış olduğu halde hiçbir zaman, müşriklerin ve ehl-i kitabın inançlarına karşı “tahkir ve tezyif” kokan yaklaşım göstermedi. Bu hususta, Kur’ân’daki şu âyet onu apaçık menediyordu:

“Onların Allah’ı bırakıp da taptıkları şeriklere sövmeyin ki, onlar da cahillikle hadlerini aşıp Allah’a sövmesinler. Her millete kendi işlediğini Biz böylece hoş gösterdik…”61

Kötülüğe kötülükle mukabele etmek, insanları İslâm’a düşman haline getirir. Hatta sadece inatçı tepkilerle karşılaşılmaz, Allah’a ve iman hakikatlarına karşı çok çirkin saygısızlıklar yapılmasına yol açar.62 Hudeybiye’nin yüzlerce insanın Müslüman olmasına sebep olan barış ve sükünet atmosferi, Rasulullah’ın müsamahaya dair zikrettiğimiz

“Kötülüğe iyiliğin en güzeli ile karşılık ver.”63

âyetini, tatbikinin de bir meyvesi sayılır. Yoksa “gerek Asr-ı Saadette ve gerekse takip eden yarım yüzyılda İslâm’ın kuzeyde ve güneyde, Asya’da ve Afrika’da binlerce insanın akıl ve kalplerine hakim olması”64 ne ile açıklanabilir?

5. Devlet Müsamahası

Hz. Peygamber (a.s.m.)’in mücadelesinin her safhasında “zorlama”dan uzak, devamlı düşmanın “kalbini kazanmaya müteveccih” bir metoda ağırlık verdiği dikkat çeker.

Muzaffer bir kumandan ve galibiyetteki grup olarak Hz. Muhammed (a.s.m.) ve ashabının dini yaymada nasıl bir “mülayemet çizgisi” takip ettiklerini gördük. Şimdi de, sıkıntılı günlerden sonra, Allah’ın ona lutfettiği “İslâm devletinin” başkanı olduğu zamanki tavırlarına göz atalım.

     a. İslâm otoriter değildir

      Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakîf siyasî birliği sağlarken Medine’de müthiş bir kaos hakimdi. İki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec arasında 120- 125 yıl devam eden iç çatışmalar ve kan davaları, iki önemli Yahudi kabilesi olan Beni Nadir ve Beni Kaynuka arasındaki sürtüşmeler şehirde siyasî birliğin teşekkülüne bir türlü imkân tanımıyordu. İşte Hz. Peygamber (a.s.m.) Hicretle geldiği Medine’de şarkiyatçı Wellhausen’in ifadesiyleBöylesine muztarip, fakat siyasî birliğe muhtaç kabileler arasında din ve hukuk temeline dayalı yepyeni ve o günkü Araplar arasında da hayli garip bir siyasî birlik kurmayı”65 başarmıştı. Hz. Peygamber (a.s.m.) keşmekeş içindeki bu toplumda birinci problem olan kan dâvâlarının diyetlerini yazılı metin haline getirdi. Evs ve Hazrec biri şehrin güneyini, diğeri de kuzeyini tutmuş; Buas adı verilen asırlık kavgalardan bitkin halde idi.

Hicrete tekaddüm eden dönemdeki Medine’nin içinde bulunduğu bu şartlar Hz. Muhammed (a.s.m.)’in işini daha kolay hale getirdi. Önce nüfus sayımı yaptırttı. Müslüman olmayan Araplar da vardı. 1500 Müslüman vardı. İsimleri yazıldı. 10.000 nüfuslu şehrin 4.000 Yahudi, 4.500 kadarı müşrik Arap, ağırlığı hissedilmeyecek kadar da bir Hristiyan topluluk vardı. İlk önemli sosyal faaliyet olarak, Ensar ve Muhacirler arasında “muahat”(kardeşlik) akdi te’sis edildi.

Öte yandan Yahudi ve Müşrik Araplara da güven verildi. Bununla Hz. Peygamber, Medine üzerinde mutlak bir hakimiyet kurmayı değil, kendi cemaatinin emniyet içinde hareket etmesini sağlamayı hedef edinmişti.66 Bu atmosferde tatbik edilen “birlik stratejisinin” muhtelif ülkelerdeki Müslümanların İslâmî hizmet anlayışına çok önemli bir projektör olduğunu düşünmek gerekiyor. Fevrîlik, şiddet ya da başkalarını dışlamak, kötülüklerini aleni yüze çarpmak gibi “usullerin” yanlışlığını burada şu tabloya bakarak ifade etmekten kaçınamayız.

     b. Medine site devletinde otorite

     Hz. Peygamberin bu hareket tarzından nasıl bir noktaya varmak istediğini bir-iki maddede şöyle ifade etmek mümkün:

        1) Müslümanlar bu Medine site devletinin ancak yüzde on beşini meydana getiriyor. Bu durumda en fazla muhtaç oldukları emniyet ve sükunet içinde dinlerini yaşamak kavlen ve fiilen bunu göstermekti.

        2) Herkese hukuk temelinde “Neysen osun” denilmiş oluyordu. Yahudiler de, müşrik Araplar da site devleti içinde hak ve hürriyetlerinde serbestçe hareket imkânına sahiptiler. Vesikaya taraf olanlar bu hakkı kullanmış, Müslümanlar ile aralarında çatışmaya varacak hiçbir ciddi problem de çıkmamıştır.

        3) İslâmî modelin “totaliter”(baskıcı) olduğunu vehmeden insanlar, bu örneğin farkında değiller. Şâyet insanlar hür bir şekilde herhangi bir dini tercih edeceklerse, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de buna uygun olması gerekir. Bu durumda İslâm dini Müslümanları bağlar. Diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayri müslimlerden bu hukuka göre hareket etmelerini de istemez. 67

     c. Çoğulcu sisteme benzerlik

Bu teaspitler, İslam devlet modelinde Hz. Peygamberin (a.s.m.) “insanlara dini serbestçe tanıyabilmeleri” için insanî ve tabiî bir hürriyeti nasıl temin ettiğini göstermektedir. Gerçekten bu süreç, “İslâmîleşme modellerinde” içinde bulunduğumuz sıkıntılara karşı çok önemli çözüm ipuçları taşır.68 Çünkü Hz. Peygamber (a.s.m.) Hicret öncesindeki Mekke’de bir cemaat reisidir. Daru’l-Erkam’dan tebliğ ve cihadı yönlendirir. Hicret sonrası Medine’de ise, bir devlet başkanıdır. Mescid-i Nebevî de bu devletin merkezidir. Medine site devleti boy salarken, Mekke müşriklerinin tecavüz tehlikesi tamamen uzak değildir. Hatta, Abdullah bin Übeyy’in şehrin krallığına talip olduğunu açıklaması bile bu tehlikenin ayak sesleri sayılabilirdi. Bu sebeple Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ortak savunma metni üzerinde anlaşma sağlaması öncelikle kendi dini için hayatî önemi haizdir. İlk 1-25 maddesi Müslümanlara, kalan 27 madde ise Yahudilere dair olan insanlık tarihinin ilk yazılı anayasası olma şerefine sahip Medine Vesikası’nın konumuzla ilgili maddesine göre, (md: 25) “Her toplum, dinî, hukukî ve kültürel bağımsızlığa sahip olacak, kimse kimsenin din ve ibadetine karışmayacaktır.”69 Hatta Necran Hristiyanlarının kiliselerine karışılmaması metne girdi ve bunların Allah ve Peygamberinin himayesinde oldukları teminatı verildi.70 Bu sonraki İslâm devletlerinde de örnek kabul edilmiş ve zımmîler serbest bir şekilde dinî hayatlarını idame ettirmişlerdir. Mesela, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra “Galata Hristiyanlarının kiliselerine el konulmayacağı, bunların camiye çevrilmeyeceği, ibadetlerine karışılmayacağı ve Müslüman olmaya zorlanmayacağı”na dair teminat vermiştir.71

Gayri müslimlerin bulundukları beldeler barışla ele geçirilmiş ise, içindeki mabedlerden mevcutlara dokunulmaması, yenilerinin yapılması anlaşma şartlarına bağlıdır. Savaşla ele geçirilen beldede ise yeni mabedin yapılmasına izin verilmeyeceği kanaati yaygındır. Maamafih bu hususta zamanın şartlarına göre fetva verildiği görülür. Çağdaş İslâm hukukçularından A. Zeydan ise “Dinde zorlama yoktur” âyeti hükmünce, sahabe döneminde hiçbir mabedin yıkılmadığı gerçeğinden hareket eder.“Kur’ân’ın sağladığı din ve vicdan hürriyeti içinde, İslâm beldelerinde kilise ve havra inşa edilemeyeceği” hükmünü doğru bulmaz.72

Site devletin kuruluşunda Hz. Peygamber (a.s.m.)’in kendisine her şartta tâbi olmak için bey’at etmiş sahabileri vardı. Onlardan sağlam biat almıştı. Gayri müslimlere savaş ilan edebilirdi. Onları içinde bulundukları bâtıl itikatlardan kurtarmak için zorlayabilir, gözdağı verebilirdi. Bunları yapmadı. Çünkü,

“Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz doğruluk dalaletten ayrılmıştır.”

âyeti buna izin vermiyordu. Mal, can, ve sair dinî hakları kullanmakta “eşitlik” üzere vardığı anlaşmayı bozma temayülündeki insanları da ikaz etti:

“Bir zımmîyi öldüren Cennet kokusunu koklayamaz. Halbuki onun kokusu kırk yıllık uzaklıktan hissedilir.”73

Hatta Ehl-i kitabın tavuk ve koyunlarından faydalanmanın hükmü sorulan İbn Abbas, Onlar cizyelerini verdikleri müddetçe malları kendi rızaları olmadıkça size haramdır.”74 demiştir. Daha da ilerde, Kur’ân anlaşma halindeki Ehl-i kitabdan “zulmedenler hariç” en güzel şe-kilde mücadele edilmesini ve

“Bize de, size de indirilene iman ettik. İlahımız ve ilahınız Birdir. Biz O’na teslim olanlardanız.”75

demelerini emrediyordu. Müşrik reislerine bile iyi muamele yapılmasını tavsiye eden Kur’ân, mü’minlerin bu hususta titiz davranmasına rehberlik etti:

“Eğer müşriklerden biri eman dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah’ın sözünü işitsin, sonra onu emniyet içinde bulunacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilmez bir topluluktur.”76

Ashab da bu tavsiyelere harfiyyen uyar, müşriklerden sâdır olan sertliklere sabırla tahammül gösterirlerdi.

     d. “Ortak kelime”ye davet

Evlilik, kestiklerini yemek, mecbur kalınırsa kaplarını dahi kullanmak kadar yakın münasebet kurulmasına izin verilen Ehl-i kitabı Kur’ân kendine çok yakın görmektedir. Bu sebeple,

“De ki: Ey kitab ehli olan Hristiyan ve Yahudiler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.’ Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz deyin ki, ‘Şahit olun, biz Müslümanız.’”77

ifadeleri onlara açık davet çıkarmaktadır. Âyetin nüzul sebebiyle ilgili farklı birkaç hadiseden söz edilir. Bunlardan birisi, Necran Hristiyanlarının din adamlarını “ilahlaştıracak” derecede yüceltmesidir. Ehl-i kitab Allah’a inansa bile sıfatlarında hataya düştüğü için şirktedir. Bir diğer rivâyet de Hz. Peygamberin Ehl-i kitabın Tevrat’taki metinleri değiştirdiklerini bilmesi gerçeğidir. Kur’ân bu âyetle, onların asıl tevhid inancına -ki kendi kitaplarında da bu vardı- dönmelerini hatırlatır. Çünkü Hristiyanlar İsa, Yahudiler de Üzeyr (a.s) hakkında “uluhiyet” isnadında bulunmakla vahiy gerçeğini tahrif etmişler, ayrıca din adamlarını Allah’la kul arasında vasıta saymışlardır.

Bu mücadele esnasında yukarıda zikrettiğimiz gibi “en güzel usulün tatbiki” emredilir. Ne yazık ki, “insanlar içinde hayata karşı en hırslı”78 bir millet olan Yahudiler her seferinde bu anlaşmaları bozmayı tercih etiler. Cizye verip Müslümanlarla birlikte yaşadıkları halde İslâm’a ve Hz. Muhammed (a.s.m.)’a ihanet eden Beni Nadir ve Beni Kurayza’ya karşı son mücadele çaresi olarak “silâhlı cihad” yapmak durumunda kalınmıştır. Bunu da Hz. Peygamber (asm) yine insanî ölçülerde, kademeli şekilde tatbik etmiştir.

     e. Münafıklara neden baskı yapılmadı?

İslâm’ın “devlet” çapındaki müsamahasını incelerken, Hz. Peygamberin (a.s.m.) mu’cizevî bir gözle, sahabilerin de basiretle “kesinlik” derecesinde tanıdıkları münafıklara karşı neden “baskı uygulayıp” İslâm cemiyeti dışına itmediği merak mevzuudur. Kitab ehlinin ve apaçık küfür içinde olan müşriklerin “kalblerini ısındırmak” düşüncesiyle “onlara dinî konularda müsamaha” ile bakıldığı kabul edilebilir. Halbuki münafıklar onlardan ziyade İslâmiyete zarar veriyordu.

“Dinde zorlama yoktur.” hükmünün sadece bahsini ettiğimiz kesimler için geçerli olduğunu düşünemeyiz. İslâmiyet cihanşümuldür. Hz. Muhammed (a.s.m.) da âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.79

Rasulullah (a.s.m.) bütün menfi tavırlarına rağmen, münafıkların kendilerini İslâm toplumunun bir parçası olarak hissetmeleri için elinden geleni yapıyordu. Onlar da İslâm cemiyetinin bir ferdi olarak toplantılara ve faaliyetlere, ibadetlere katılıyordu. Hatta savaş gibi hayatî ehemmiyeti olan konularda bile görüş belirtebiliyorlardı. Bunun sebeplerini şöyle tespit etmek mümkün:

        1) Din zâhire bakar

En önemlisi İslâm dininin yapısından kaynaklanmaktadır. Şeriat insanların iç dünyalarına değil, zahir ve amellerine bakar. Mekke’nin fethi için hazırlıklar yapıldığı bir sırada bir sahabi durumu değişik özel sebeplerden düşmana haber vermişti. Hz. Ömer’in şiddetli ısrarlarına rağmen Peygamber (a.s.m.) bu kişinin cezalandırılmasına izin vermedi. Müşahhas fertleri değil, “tipleri” küfre isnad ederek, zahirde küfür alameti hissettirmeyen insanlara bunu isnad etmekten şiddetle kaçınmıştır. Bu İslâmî tebliğ metodunun da özünü teşkil etmiştir. Çünkü İslâm’ın o konudaki hükmü kişiye henüz ulaşmamış olabilir, ya da nassı yanlış anlama, fikren tereddüt gibi mazeretleri olabilir…80

Rasulullah Uhud savaşından sonra, şehid olan Müslümanlar hakkında, “Bizimle beraber kalsalardı öldürülmezlerdi.” diyen münafıkları öldürmek için izin isteyen Hz. Ömer’e, “Allah’tan başka ilah olmadığını ve benim de onun Rasulü olduğumu söylemiyorlar mı?” diye sordu. Hz. Ömer (r.a.)“Evet ey Allah’ın Rasülü, fakat bunu öldürülmekten korktukları için yapıyorlar.” dedi. Peygamber (a.s.m.) bu sefer,“’Lâilâheillallah Muhammedurrasulullah’ diyeni öldürmekten men olundum.” buyurdu.81

         2) Siyasî sebep

Bir sebep de siyasîdir. Eğer münafıklar İslâm’a karşı düşmanlık yapıp, diğer İslâm düşmanlarına katılacak olsalardı, İslâm’a ve Müslümanlara daha fazla zarar verirlerdi.

Münafıklar her dönemde Müslümanlar arasında fitne başı olmuştu. Yakın bir bölgede ve kazanılması muhtemel olan Beni Müstalik gazvesine katılmışlardı. Gazve sonunda Müreysi kuyusunun başında Evs’li Said el-Gıfarî ile Hazrecli Veber el-Cühenî arasındaki tartışma neredeyse Ensar ile Muhacirleri karşı karşıya getiri-yordu. İşin bu safhasında araya giren münafıkların lideri Abdullah bin Übeyy, muhacirleri “nankörlükle” suçladı ve “Besle kargayı oysun gözünü” kabilinden hakaret dolu kelimeler sarfederek, “Rasulullah’ın yanındakilere nafaka vermeyiniz ki etrafındakiler dağılsın. Medine’ye döndüğümüzde kuvvetli olan zayıfı kovacaktır.” sözü ile tansiyonu arttırdı.82 Bu sözleri ile o, Müslümanların kabilecilik damarlarını harekete geçirmek istiyordu. Durum ve sözleri Rasulullah’a iletildi. Çağrıldı, fakat sözlerini inkâr etti. Hz. Ömer tekrar öldürülmesi için izin istedi. Peygamber (a.s.m.) “Muhammed ashabını öldürüyor demesinler.” diyerek izin vermedi.83 Hatta Abdullah bin Übeyy’in oğlu bizzat Rasulullah’dan izin istedi. “Belki başkası öldürürse içimde kin duyabilirim.” diye. Rasulullah ona da “Bizimle beraber olduğu sürece onunla arkadaş olur, sohbet ederiz” dedi. Kısacası Hz. Peygamber onları tanıdığı halde açıklamamış ve İslâmî toplum içinde Müslüman gibi yaşamalarına ses çıkarmamıştır. Bunun bir sebebi de, açıklanmaları halinde samimi Müslümanların onlarla çatışması, hatta iç savaş çıkma endişesi olabilir.

         3) Mühlet tanımak

Önemli bir sebep de onları İslâm’a kazanmak için mühlet tanımaktır. Belki içlerinden samimi olanlar nifaktan kurtulur ümidi ile Hz. Peygamberin ganimetlerden bile onlara fazla fazla verdiği olmuştur.84 Bunların istisnaları da vardır. Fakat umumi olarak Hz. Peygamberin münafıkları “zorlamak” suretiyle nifaklarını ortaya çıkarmamış olması dikkat çekicidir.

C. CİHAD EMRİ VE ZORLAMA

İslâm’ın en mühim yönlerinden biri cihanşümul olmasıdır. Bu ise tebliğ ve cihadla mümkündür. Cihadın sadece silahlı bir mücadele olarak algılanması “dinin zorla kabul ettirildiği”ni akla getirir. Halbuki silahlı mücadele (savaş) cihad mefhumu içinde son olarak müracaat edilen bir husustur. Bunun “dinde zorluk yoktur” âyetiyle nasıl te’lif edildiğine bakalım.

Cihad,“Yeryüzünde Allah’ın kanunlarını hakim kılma davasıdır. Bu hareket kıyamete kadar sürecektir. Bu harekete mani olan İslâm düşmanlarıyla yapılan mücadele ise savaştır. Cihad sadece savaşı ifade etmez. Savaş ve silahlı mücadelenin dışında birçok usuller de cihad yapılır. Fakat harb ve savaş kelimeleri cihadın ihtiva ettiklerini ifade etmezler. Savaş daha büyük ve mukaddes olan cihadın bir parçasıdır. Kaldı ki, İslâm’da hiçbir zaman kan dökmek, toprak kazanmak, ganimet elde etmek için savaş yapılmaz. Bu gayelerle yapılan savaş merduttur,”85 cihadın yüksek faziletinden de uzaktır. İslâm’ın cihad anlayışında ilmen cihadda bulunmak hepsinin üzerindedir.86

Savaş âyetlerinin “Dinde zorluk yoktur.” âyetini neshetmediğinde bütün âlimler müttefiktir. Hatta İbn Teymiyye bu âyetin mukayyed değil, umumî olduğunu kaydeder. Âyetin nüzul sebebiyle ilgili rivâyet edilen hadise de enteresandır: Ensar’dan Salim bin Avf Rasulullah’a gelerek, “iki oğlunun Hristiyan olduklarını” belirterek, onları İslâm’a zorlamak için izin istedi. İşte bu sırada âyet nazil olarak, “hak ve bâtılın apaçık ortaya çıktığını ve dinde zorlama olmadığını” bildirdi.87

1. Sabır Dönemi

Öncelikle Hz. Peygamber (asm)’in Hicret vak’asını cihad emri ile birlikte değerlendirmek gerekir. Takvim başlangıcı olarak seçilen Hicret, “irşad ve tebliğde bir metod, düşmanla münasebette siyasî bir taktiktir. O, düşmandan gelen tehdit ve tehlikelere üç merhalede karşı koymuştur: sabır, hicret ve cihad. Bu üç unsuru Hz. Peygamber (asm)’in hayatından ayırmak mümkün değildir.”88 Silahlı cihadın keyfiyetini ve bunun “zorlama” ile ilgisi olup olmadığını anlamak için bu “mücadele safhalarının” kısaca gözden geçirilmesi gerekiyor.

Hicret öncesi, Müslümanlar için tahammülü zor bir devredir. Her türlü takip ve işkencelerle doludur. Müşrikler, alay, dayak, küfür ve hakaretten boykot ve öldürmeye varıncaya kadar işkencenin her türlüsüne başvuruyordu.

Bu devrede Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf idiler. Düşmandan gelen tecavüzlere fiilî bir mukabelede bulunmak derhal yok edilmelerini netice verebilirdi. Bu dönemde nazil âyetlerin sıkı sıkıya “sabrı” tavsiye etme sebebi de budur.

“Sen (habibim) sabret! Şüphe yok ki, Allah’ın vaadi haktır. (Buna) kat’î iman beslemekte olanlar, zinhar seni (sabırsızlıkla) hafifliğe götürmesinler.”89

Kısacası bu dönemde Rasulullah (asm) imanı “sabır” olarak tarif edecek kadar mü’minleri sabra teşvik etmiştir. Bu, mutlak bir güçsüzlükten de gelmiyor, belirli bir mücadele vetiresinin kaçınılmaz safhasını teşkil ediyordu.

Sahabiler mukabelede bulunmak için güç ve adamlara sahip oldukları, ve sabırlarının tükenme noktasına geldiği, Rasulullah’tan sadece “vuruşmak için izin vermesini” talep ettikleri zamanda bile, o, “Ben Allah’tan emir almadıkça kendiliğimden izin veremem.” diyordu.90

2. Hicret

Sabırdan sonra gelen ikinci safhadır. Sabrı gerektiren şartlarda lehte bir gelişme yok ise ve üstelik aleyhte olarak gittikçe artan zulümler karşı konamayacak dereceye gelmişse hicret edilecektir. Hz. Peygamber (a.s.m.) mü’minlerin dinini yaşamak ve neşretmek suretiyle ayakta kalamayacaklarına kanaat getirince Hicrete izin ve karar vermiştir. Demek ki, hicret de bir “kaçış” değil, dini yaşamak ve ikame etmek için bir arayıştır. Din kendine gaye olarak fiilen yaşanmayı tespit etmiştir. Bulunulan yer, bu gayenin gerçekleşmesine imkân tanımıyor ise, oradan hicret etmek şarttır, dinî bir vecibedir.91 Bu duruma düşen insanların hicret etmemesini Kur’ân mazur görmüyor, mes’ul tutuyor.92

3. Cihada İzin

Mücadelenin sabır ve hicreti tamamlayan üçüncü safhası cihaddır. Hz. Peygamber (a.s.m.)’ın hayatında cihad, şartların İslâm lehine geliştiği safhada düşman tehdidine karşı koymak için başvurulan bir vasıtadır. On üç yıl Mekke devrinde Müslümanların silahı sabırdır. Maddî mukabele kesinlikle yasaktır. Cihad izninin Hicretten sonraya ait olduğu alimlerce kabul edilen bir husustur.93 Bu dönemde Kur’ân kesinlikle silahlı mücadeleye izin vermedi. Müslümanların elinde en büyük silahları Kur’ân’dı.

“O halde kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’ân’la) onlara karşı olanca savaşınla mücadele et.”94

âyeti bunu emreder. “Rasulullah’ın güzel söz ve hikmetle yaptığı bu “savaş” neticesinde bir çok insan İslâm’a teslim oldu. Fakat küfür inadlarını sürdüren insanlar da olageldi. Onlar Müslümanlara eziyet vermeye devam ettiler. Nihâyet sıkıntılar öyle bir noktaya geldi ki, durgunlaşan tebliğin yolunu açmak için yeni bir yer aramak mecburiyeti ortaya çıktı. Çünkü Mekke müşrikleri mü’minleri topyekün katliama tâbi tutmak için fırsat kolluyordu. İşte, bizatihî güzel olmayan, ancak neticeleri itibariyle hayırlı işlere vesile olacaksa izin verilen savaş bu şartlarda meşru kılındı.95

Cihada izin veren Hacc sûresindeki ifadeler de “mutlak” değil, mukayyeddir; belli şartlara bağlıdır.

“Kendileriyle mukatele edilenlere (düşmanın hücumuna uğrayan mü’minlere) uğradıkları o zulümden dolayı, (bilmukabele harbe) izin verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye elbette kemaliyle kâdirdir. Onlar haksız yere ve ancak, ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır.”96

Âyetteki kayıtlar, “kendileriyle savaşılmış olmak ve zulmen yurtlarından çıkarılmak”tır. Ancak Müslümanların maddî durumu düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette cihad umumî bir vecibe halini alır:

“Size harp açanlarla, Allah yolunda, siz de döğüşün (müdafaa harbi yapın), ancak aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları (size savaş açanları) nerede yakalarsanız öldürün, onları sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) çıkarın. Fitne katilden beterdir.”97

Burada Müslümanları Mekke’den çıkaran müşrikler bahis mevzuudur. Âyetler Hudeybiye sulhünden önceki durumu anlatır. Bu vahiyden sonra Hz. Peygamber (asm)’in kendisiyle savaşanlarla savaştığı, savaşmayanlara dokunmadığı belirtilir.98

İslâm’ın hedefe ulaşmasında tatbik edilen merhaleye dikkat edilirse, cihad izninin “dini yaymanın” önündeki engelleri bertaraf etmeye matuf olduğu ayan beyan ortaya çıkmaktadır. “Savaş ilan etmeyene dokunmamak” asıldır. Âyetler bize, “dine karşı çıkanlarla” değil, “karşı çıkanların içinden, savaş açanlarla” savaşmayı emrediyor. Bir rivâyette bu âyetlerin, Hudeybiye anlaşmasından sonra nazil olduğu söylenir. Anlaşmaya göre yolcu silahı ile, kılıçlar da kını içinde umre yapılacaktı. Fakat Müslümanlar “anlaşmaya rağmen” ani bir baskın ihtimali ve korkusunu devamlı içlerinde taşıyordu. Rasulullah Muhammed b. Mesleme komutasında 100 kişiden müteşekkil bir süvari birliği techiz ettirdi. Çünkü müşriklerin gayesinin “Müslümanları topyekün ya dininden döndürmek ya da imha etmek olduğu.” biliniyordu. Bu ise savaştan daha dehşetli bir fitne idi. Süvari birliği bekledi, diğer Müslümanlar onların kuvvetine güvenerek umreyi yerine getirdiler. Saldırı olmadığı için savaş da yaşanmadı.99

Bununla birlikte savaş hak ve hakikatı anlatmaya konan engelleri kaldırmak, dinî hürriyeti sağlamak için yapılır. Çünkü savaş ateşini alevlendiren Yahudiler ya da müşrikler olmuştur. Allah mü’minleri Rasulüne biatla, kararlı olmaya çağırmakla onlara karşı “caydırıcı” müeyyide hazırlamıştır. “Onlar ne zaman harp ateşini körüklemeye kalktılarsa Allah onu söndürdü. Onlar da arzda hep fesada koşarlar” âyetini bu durumu anlatır.100

4. Savaştan Önce Davet

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin”101

buyuran Peygamber (asm)’in savaş zoru ile insanları İslâm’a girdirmeye çalışması mümkün değildir. Savaş şartları hazır olsa bile, “önce davet edip İslâm’a girmeleri” beklenir. İkinci merhalede cizye vermek suretiyle mal ve canlarına emniyet sözü verilir. Bunu da kabul etmezlerse, “insanî şartlarda kıtal”e başvurulur. Kıtalden önce belde ve ahalisinin Müslüman olup almadıkları da iyice tahkik edilir.

“Ey iman edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız zaman, (meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size, (Müslümanca) selam verene, dünya hayatının geçici menfaatlerini arayarak, ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin.”102

Hz. Peygamber İslâm’a davet etmeden hiçbir toplulukla harbetmemiştir. Savaşta müdafaa yolunu tercih etmiş; iki ordu karşı karşıya gelince harbi başlatan taraf olmamıştır.103

“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet isteyin. Onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin. Biliniz ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”104

Hadisin başka bir rivâyetinde,

“Müşriklerden olan düşmanlarınızla karşılaştığınız zaman onları İslâm’a davet edin. Kabul ederlerse onlar sizin kardeşinizdir. Kabul etmezlerse İslâm devletine itaat etmeye davet edin. Onu da kabul etmezlerse Allah’tan yardım dileyerek onlarla harb edin.” buyurulur.105

5. Savaştan Gaye

Meşru bir müdafaa şekli olarak izin verilen savaştan gaye, yukarıdaki âyet ve hadislere göre şunlardır:

     a. Meşru müdafaa

Kâbe’yi ziyaretten men etmek, Rasulullah (a.s.m.)’a suikast tertip etmek, Müslümanları memleketlerinden çıkmaya zorlamak, Müslümanlarla varılan sulh anlaşmalarını bozup ihanette bulunmak.106 Bunların içinde bir kere olsun “kıtalin imanın farzı olduğu ve imanın kalplerde kökleşmesi için dini yaymanın bir yolu olduğu” zikredilmez.107 Çünkü zorla din kabul ettirilmez.

“Eğer Allah dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar. Rabbin onları, ihtilâfa düşüp de saidler ve şakiler birbirinden ayrılsın diye yaratmıştır.”108

      b. Dinin ulviyetini göstermek

Hz. Peygamber (a.s.m.)’in dinini yaymak için tâkip ettiği usulde şu üç öne


Kesim Videoları
Telefon
WhatsApp

Çerez Kullanımı

Kullanıcı deneyiminizi geliştirmek ve hizmetlerimizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için yasal mevzuata uygun çerezler kullanılır. Web sitemizi kullanarak bu çerezleri kabul etmiş olursunuz.

kurban bağışı