![image desc](https://www.gulistandernegi.org/img/neden-tanriya-inanamiyorum.jpg)
Neden tanrıya inanamıyorum?
Soru Detayı– Bir ateist, neden tanrıya inanamıyorum, diyerek onlarca iddia bulunuyor. Bu yazıya bir reddiye yazmanızı rica ediyorum.
Değerli kardeşimiz,
Bu yazı çok uzun olduğundan, bütün iddialara tek tek cevap vermeyi daha uygun gördük. Bu nedenle önce ilgili iddiayı vereceğiz, sonra da o iddiaya cevap vermeye çalışacağız:
İddia:
– Ateist düşünce, bir anda sahip olabileceğiniz bir fikir değil. Okudukça, araştırdıkça, düşündükçe ulaşmak zorunda kaldığınız bir sonuç.
Cevap 1:
– Aklı başında herkes biliyor ki, bir tek harf yazarsız, bir tek iğne bile ustasız olmaz, olamaz.
Binler harika sanat estetikleriyle dolu şu kâinat kitabının yazarsız, şu evrendeki sanat tablolarının ustasız olduğunu düşünmek için önce akıldan istifa etmek zorunludur.
Hiçbir bilim adamı ve hiçbir fen bilimi, bir tek kalemin kendiliğinden ortaya çıktığını, bir ilin kanalizasyonunun, elektrik ve telefon hatlarının kendiliğinden oluştuğunu söyleyemez. Söyleyeni anında tımarhaneye götürürler.
İnsan anatomisi bu işlerden bin kat daha harika olduğu halde, bunu tesadüfe veren insan önce insanlık ailesinden istifa etmelidir.
– Ateist düşünce;
Aklın vizyonunu yitirdiği,
Kalbin misyonundan uzaklaştığı,
Zihnin vesveseye mağlup olduğu,
Fikrin dumura uğradığı,
Vicdanın sesinin kısıldığı, bir sara nöbetinin nüksettiği dinsizlik dehlizinden habis bir ur gibi ortaya çıkan bir hezeyan-ı küfridir.
İnsanlık erdemlerinin iflas bayrağını çektiği bir zavallılığın bir diğer adresidir.
Ateistler, Orta Çağ skolastik felsefe bataklığına düşmüş olan ve içinde bulundukları bunalımdan ötürü akıldan da istifa etmek zorunda kalan bir kısım sofistlerin çağdaş versiyonlarıdır.
Cevap 2:
Ateizminfelsefe olarak kabul ettiği tez, aslında bir Tanrı olmadığını, insanların Tanrı’yı yarattığını söylemektedir. İnsanda sınırsız bir güce inanma ihtiyacı, hikmeti ve kudreti sınırsız olan bir güce sığınma duygusu var olduğundan, insan Tanrı’ya inanmaktadır. Nedensellik bağıyla insanda bulunan bu genetik kod, özel sebeplerle kendisini direkt göstermemektedir.
Genlerde endofenotip kavramı vardır ki bu, kişinin yaşadığı çevrenin gen ifadesinde yaptığı değişikliği ifade etmektedir. Eğer çevre ve insan o genin ifadesini istemiyorsa, o genin ifadesi bastırılmaktadır.
Anoreksia nervoza gibi bir hastalık nasıl ki zayıflamayı çok isteyen kişinin yeme duygusunu köreltirse, Tanrı’ya inanmayan kimselerde genlerinden gelen bu ifadeyi yok etmekte ve çalışmasına engel olmaktadırlar.
Bu kimselerde Tanrı yerine, parayı ve gücü, devleti ya da sebepleri kutsallaştırma söz konusudur. Mesela Mısır’da kutsallaştırılan firavunlar, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olduğu düşünüldüğünden, her söylediklerine ilahi emir gibi itaat edilmiştir.
Cevap 3:
Görünmeyene inanmak, somutlaştırmanın bir ifadesidir. Mesela bir çocuğun eline kırmızı bir ışık tutsanız, çocuk bunun ışık olduğunu fark edemeyebilir ve elinin boyandığını zannedip ağlayabilir. Zira çocuğun soyut ile somut farkını bilmesi zordur.
Görünür olana inanmak, arka planı görememek, kişinin soyut düşünce seviyesine erişememesinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple insanlardaki din ihtiyacı, insanların gelişmişlik düzeylerine göre artmaktadır. Soyut düşünceler yönünde ilerleyen bir insan, aslında din ihtiyacını ortaya koyuyor demektir. Ancak IQ seviyesi elli puan civarında seyreden ya da otistik olan bir çocuğun temel ihtiyaçlarının ötesinde bir ihtiyacı kalmamaktadır.
Soyut düşünce, insanın varoluşla ilgili soruları yoğunlaştığında, kendisine ve hayata anlam katmak için uğraştığında, zaman ve gelecek konusunda sorular sorduğunda ortaya çıkmaktadır. Görünmeyene inanmak, insanın gelişmişlik düzeyini gösterir.
Cevap 4:
Evrenin varoluşu ile ilgili dört hipotezi tek tek incelediğimizde, bu varsayımlardan üçünü yanlışlarsak eğer, kalanın doğru olduğunu düşünebiliriz.
Bu durum, tıpkı dağın tepesinde yol arayan kişilerin durumuna benzer: Tepeye çıkabileceklerini düşündükleri üç yolun da çıkmaz olduğunu gören dağcılar, sorgulamadan dördüncü yola girer ve herkese de bu yolu tavsiye ederler.
İlk üç hipotezin mümkün olmadığı anlaşıldıktan sonra, son seçeneğin akla en yatkın alternatif olduğu fark edilir ve onda karar kılınır. Çünkü tepeye çıkan bir yol mutlaka vardır.
İşte bu gerçekliğe deneyüstü gerçeklik veya görünmeyene inanma gerçekliği diyebiliriz. Örnektekine benzer şekilde, evrenin varoluşu ile ilgili hipotezleri de şu şekilde sıralayabiliriz:
– Tesadüfi varoluş hipotezi
– Evrenin otonomisi hipotezi
– Kuralların hâkimiyeti hipotezi
– Tasarımsal varoluş hipotezi (Tanrı hipotezi)
Biyolojik verileri bir kenara bırakarak değerlendirdiğimizde, kişinin inandığının gerçekliğinden şüphe ettiği durumlarda, inancın psikolojik belirleyicilerinin değiştiğini görmek söz konusu olabilir.
Bu nedenle inancı akla yatkın bir gerçeklikle tanımlamakta yarar vardır. Temelsiz ve sağlam olmayan inançlar, yanlışlar üzerine kurulu öğretilerdir ve insanların ruhsal yaşantılarını, düşünce kalıplarını, sorun çözme tarzlarını ve hayata bakışlarını etkiler.
İnanç konusunda birinci varsayım olan “tesadüfi varoluş hipotezi”ne sadece şu örnek bile imkansız dedirtecektir:
DNA zincirimizde tolemer adında bir protein molekülü vardır. Tolemer, DNA’nın ömrünü yani kaç defa bölünebileceğini belirler. Matematikte olasılık hesaplarına göre 1050 imkansız kabul edilir.
Tolemerin kendi kendine rüzgâr ve şimşeklerle dizilme olasılığı 10652’dir. Yani olasılık hesaplarına göre 1050’nin çok üstündedir ve bu da tesadüfi varoluşun imkansız olduğunu göstermektedir.
DNA’nın tek bir protein molekülünün bile bu derece ince bir hesaba dayanması, evreni de tesadüfi varoluşla açıklamanın imkan dışı olduğunu gösterir.
İkinci teori “evrenin otonomisi”ne dayanmaktadır. Evren bir makine gibi kendi kendine çalışan bir özelliğe sahiptir; yani bozulmaz, ayar ya da bakım gerektirmez.
Bu yapıdaki bir makinenin tabiattaki çirkinlik, felaket ve kötülükleri bertaraf etme biçimi ve bu felaketlerden etkilenmeyi bir kenara bırakalım, kendisini nasıl bu kadar kusursuz, eksiksiz, mükemmel, kolay ve hızlı bir şekilde işletebildiği cevaplanamamış bir sorudur.
Mükemmel olduğu söylenen bir bilgisayar bile atıl ya da bakımsız kaldığında bozuluyor veya bir virüs bulaştığında çalışamaz hale geliyorsa, evrenin otonomisi görüşü temel alındığında bu bozulmanın söz konusu olması mümkün değil midir?
Makrokozmozda dengeleri bozmaya engel olacak bir kontrol olmazsa, evren makinesi sağlıklı çalışmaz. Demek ki bir dış kontrol mekanizması, evren için şarttır.
Üçüncü teori, “kuralların hâkimiyeti”ne dayanır. Newton prensibinden, Arşimet’in kurallarına kadar her türlü görüş, evrenin dijital bir formatta var olduğunu gösterir niteliktedir.
Her şeyde bir sebep sonuç ilişkisi vardır. Standartlar bellidir. Evrende kuralsız, tanımlanmamış hiçbir eylem yoktur.
Bilgi, enerji, anlamlılık, madde gibi bütün unsurların bir araya gelmesi evrenin düzenli çalışmasına yeter mi?
Bir inşaat düşününüz; inşaatın projesi çizilir, yeri belirlenir, gerekli nakit temin edilir, malzemeler alınır, işçiler bulunur ve çalışmaya başlanır. İşlerin sağlıklı yürümesi için görev tanımları ve kurallar nettir. Ancak, projenin sahibi olmadığında, onun iradesi hissedilmediğinde, inşaat yapılamaz. Çünkü kurallar ve tanımlar ölü metinlerdir. Onlara hayat veren bir iradeye ihtiyaç vardır.
Evrenin varoluşuna ilişkin dördüncü teori ise evrenin ilahi irade tarafından yaratılması ve yönetilmesine dayanır. Ancak ilmi, hikmeti, gücü ve iradesi sınırsız olan bir zat evreni işletebilir.
Bizim bu konudaki incelemelerimiz,“Karıncaların fili analiz etmesine” benzemektedir.
Yaratılış dilinin nasıl olduğunu fizik, kimya, matematik, biyoloji gibi temel pozitif bilimler açıklamaktadır. Kendini göstermeyen, dünyayı canlı bir laboratuvara dönüştüren ilahi akla ve mutlak bilince inanmak, bu mevzuda akla en yakın seçenektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
– Ateistler neden insanları dinsizleştirmekte bu kadar ısrarlılar, ne …
– Yaratılış Delilleri
İddia:
– Kuran (vb. tüm kutsal kabul edilen kitaplar) insanüstü bir varlığın, bir tanrının yazamayacağı kadar sıradan.
– Sıradan bir kitabı okuyan insanların büyük çoğunluğu onu anlayabilir. Kitaplar, edebi kaygılarla, olay örgüsüne dikkat edilerek, anlatım bozuklukları olmadan yazılır.
– Peki, gerçekten evreni yaratmış her şeyden üstün bir varlık, sıradan insanların anlaşılır bulamayacağı, fazlasıyla yorumlara açık, net bilgiler içermeyen kendi içinde tutarlılığı olmayan, tüm tarih devirlerine uygun olmayan, tüm dünya coğrafyasına uyum sağlayamayan özensiz bir hitabet ile mi kendisine inandırma yolunu seçerdi. Bazı inananlar, Kuran’ın bu yönünü görmelerine rağmen “mükemmel olsaydı herkes inanırdı, o zaman sınav olmazdı” şeklinde cevaplar ile bu durumu mantığa uydurmaya çalışıyorlar. Hatta Kuran’da mucizeler olduğunu iddia ediyorlar. – – Kuran’ın içindeki sözde mucizelerin, herhangi bir kitaptan elde edilebileceği de defalarca kanıtlandı.
Cevap:
a) Kur’an’ın sıradan bir kitap olduğunu iddia eden bu gibi adamlar, Kur’an’ın belki bir tek ayetini bile asıl Arapça metninden okumamış, okuyamamıştır.
b) On beş asır önce insanın anne rahminde nasıl yaratıldığını açıkça bildiren Kur’an mı sıradan bir kitaptır?..
– Rum suresinde, Bizanslıların 7-8 yıl içinde daha önce yenildikleri İranlılarla yeniden savaşa girişeceği ve bu kez onları yeneceklerini haber veren ve tarih tarafından bu haberi tasdik edilen Kur’an mı sıradan bir kitaptır?
– Hudeybiye dönüşü bir gecede inen Fetih suresinde Mekke’nin mutlaka fethedileceğini bildiren Kur’an mı sıradan bir kitaptır?
c) Ateistin mantıksız hezeyanlarına bakın; diyor ki, “Kur’an’da var olduğu söylenen bazı mucizeler başka kitaplardan alınabilir.”
Acaba yukarıdaki gaybi haberler hangi kitaptan alınmıştır? Acaba, yüzlerce tefsir, siyer ve tarih kaynaklarının bildirdiğine göre, Fetih suresinin Hudeybiye’den dönüş esnasında hangi bir kitap bulunmuş ve bu konular ondan kopyalanmıştır?
Anlaşılan iman etmemek için şeytanın en zayıf telkinlerini bile büyük bir delil kabul edecek kadar bir dinsizlik sara nöbetleri, söz konusudur. Yoksa aklı başında hiç kimse böyle bir iddiada bulunamaz.
d) Her ilmin bir ihtisas, uzmanlık alanı vardır. Tarih boyunca, değişik alanlarda şöhret bulmuş milyonlarca ilim damları tarafından Arapça belagat ilminde uzman oldukları kabul edilen yüz binlerce İslam aliminin “Kur’an’ın belagatine yetişmek insan için imkânsızdır.” dediği halde, “Elifi Görse Mertek Zanneden” bir ateistin sözüne itibar etmek kadar komik bir şaka olabilir mi?
e) Bu ateistin aklının almadığı bir gerçek de şudur: Diyor ki:
“Peki, gerçekten evreni yaratmış her şeyden üstün bir varlık, sıradan insanların anlaşılır bulamayacağı, fazlasıyla yorumlara açık, net bilgiler içermeyen, kendi içinde tutarlılığı olmayan, tüm tarih devirlerine uygun olmayan, tüm dünya coğrafyasına uyum sağlayamayan özensiz bir hitabet ile mi kendisine inandırma yolunu seçerdi?”
– Önce şunu belirtelim ki, Kur’an, bir fen kitabı değildir. Kur’an, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu netice veren prensipler manzumesidir. Bununla beraber, Kur’an fen bilimlerinin konusu olan bazı olaylara da dikkat çekmektedir. Bununla, Allah’ın sonsuz ilim, kudret, hikmet ve iradesini nazara verir.
Özetle, Kur’an’ın sonsuz ilim sahibi Allah’ın kelamı olduğuna dikkat çeker. Bu cümleden olarak, KUR’AN;
– Evrenin ilk yaratışından son yıkılışına kadar birçok safahatına işaret etmektedir. Gök ve yerküresinin başlangıçta bitişik bir kütle olduğunu sonradan ayrıştırıldığını (Big Bang) ifade etmektedir. (Enbiya, 21/30)
– Göklerin duhan/bulutsu/nebülöz halindeki (Fussilet, 41/11) şeklinden söz etmektedir.
– Yerkürenin deve kuşu yumurtası gibi, tam yuvarlak olmayıp, geoit şeklinde olduğunu bildirmektedir. (Naziat, 79/30)
– Yer çekim kanununa işaret etmektedir. (Murselat, 77/25-26)
– Tatlı ve tuzlu suların birbirine karışmadığından söz etmektedir. (Furkan, 25/53; Rahman, 55/19-20)
– Kur’an, kâinatın yıkılmasından da söz eder. Termodinamiğin II. kanunu ve Entropi çerçevesinde olabilecek gerçeklere işaret etmektir.
Bu cümleden olarak, güneşin söneceğinden, yıldızların dağılacağından, dağların tuz buz olacağından, denizlerin fokur fokur kaynayacağından söz eder. (Tekvir suresi)
Bu gerçekler açıkça gösteriyor ki, bu bilgileri bize bildiren Kur’an, Evreni yaratan, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın kelamıdır.
Kur’an’da Allah’ın sonsuz ilminin yansımaları olduğu husus şöyle ifade edilmiştir:
Bugünkü ateistlerin kardeşleri olan eski müşrikler: “Onun söyledikleri, kendisi için yazdırmış olduğu ve sabah-akşam kendisine dikte ettirilen önceki nesillerin efsanelerinden ibarettir.”(Furkan, 25/5) ediler. Buna cevap olarak Kur’an’ın semavi ve ilahi kimliği nazara verilmiş ve bunun bir insanın veya insanların sözü olamayacağı gerçeği veciz bir şekilde şöyle ifade edilmiştir:
“ De ki: Onu/Kur’an’ı, göklerde ve yerdeki bütün sırları bilen Allah indirmiştir. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Furkan, 25/6)
f) Kur’an hakkında “sıradan insanların anlaşılır bulamayacağı, fazlasıyla yorumlara açık, net bilgiler içermeyen…” ifadesi gerçekten katmerli bir cehaletin göstergesidir.
Kur’an gibi, dünya ve ahiretle alakalı her türlü bilgiyi içeren, kıyamete kadar gelen her asırdaki bilgi seviyesini ve o asırdaki farklı kesimlerin bilgi seviyelerini göz önünde bulundurarak aynı ifadeyle bütün insanlara hitap eden Kur’an’ın bu geniş kapsamlı ifade tarzının herkes tarafından anlaşılmadığına itiraz den gerçekten cahil olmalıdır.
– Şu bir hakikattir ki, bu gibi adamlar, fizik, kimya, astronomi, jeoloji, matematik ve benzeri fen bilim kitaplarını bilmedikleri halde bunu normal görüyorlar. Hatta bir fizik profesörü de bir kimya bilgisine sahip olmayabilir. Kimse bunu yadırgamaz.
Şimdi bütün ilimleri ihtiva eden Kur’an’ın herkes tarafından anlaşılmadığını yadırgamaya çalışan bir kimse, ilmin ne olduğunu bilmediğini ortaya koymuş olur.
Kur’an’ın aynı dersinden farklı seviyedeki insanların farklı şeyler anlaması için ifade tarzının değişik manalar ifade etmesi kaçınılmazdır.
Şimdi bir ilkokul bilgisine sahip bir ateistin bir ayetten anladığı ile, İmam Gazali, İbn Rüşd, İbn Sina gibi filozofların anlaması arasında elbette büyük farklar olacaktır.
İşe Kur’an’ın bu eşsiz kapasitesi dahi onun insan üstü bir kitap olduğunun göstergesidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
– Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olduğu ve günümüze kadar hiç …
– Hz. Muhammed’in peygamberlik delilleri ve Kur’an’ın Allah kelamı …
– Kur’an mucizeleri..
– Kur’an’ın gelecekten verdiği haberler..
– Kur’an’ın bilimsel mucizeleri..
İddia:
Dinlerin (özellikle İslam’ın) dünyaya indiriliş hikayesi güvenilir değil.
– Tanrı’nın milyonlarca insan içinden rastgele birini seçerek, tüm insanlığın kaderini, seçilen bu kişinin ikna yeteneğine bağlama senaryosunu inandırıcı bulmuyorum. Peygamber ve (gerçek olduğunu iddia ettiği) tanrısı arasındaki bu ittifaka, başka hiçbir üçüncü şahısın şahit olmaması, inandırıcılık dozajını daha da düşürüyor.
– İnananlar bu noktada peygamberlerin gösterdiği mucizelerden bahsedecekler. Eğer bir kaynak olarak alacaklarsa, Kuran’da hiç mucize gönderilmediği de açıkça yazıyor. (Bknz: İsra 59)
– Anlaşılan o ki, Muhammed bir mucize sergileyememiş ve tanrının bu duruma dair bir açıklama sunduğunu iddia etmiş.
Cevap:
– Allah bir imtihan açmıştır. Bu imtihanı açarken elbette ateistlerle istişare etmemiştir.
Sonsuz ilim, hikmet, rahmet ve adaletinin tezahür etmesi için açtığı bu imtihanda, elbette her zamanda bir peygamber göndermiş ve diğerlerinin buna inanıp inanmamasını test etmeyi hedeflemiştir.
İslam’ın bildirdiğine göre, insanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderilmiştir. Her peygamber de peygamberlik nişanesi olarak bazı mucizelerle donatılmıştır.
Hz. Muhammed (asm)’in en büyük mucizesi ise Kur’an’dır. Sahih hadislerden gelen bilgiye göre Hz. Muhammed (asm)’in Kur’an dışında da binden fazla mucize gösterdiği siyer, tarih, hadis ve tefsir kaynaklarında mevcuttur. Ancak kıyamete kadar daimi canlı bir mucize Kur’an’dır.
Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Her peygambere insanların onun bir benzeriyle imana gedikleri bir mucize verilmiştir. Bana verilen (en büyük mucize) ise, Allah’ın bana vahiy ettiği bir vahiydir/Kur’andır. Bu sebeple kıyamet günü, diğer peygamberlere karşı, tabileri/ümmeti en çok olan peygamberin ben olacağımı ümit ediyorum.” (Buharî, Fezâilu’l-Kur’ân 1, Î’tisâm 1; Müslim, İman 239)
Bugünkü ateistler gibi, eski müşrikler de Allah tarafından peygamber olarak tayin edilen elçilere tabi olmayı nefislerine yediremiyorlar. Her biri birer peygamber olmak istiyor. “Bu beyler, bu öğütle/Kur’an’la yetinmeyip üstelik her biri kendisine mahsus özel kitap, özel ferman isterler!”(Müddesir, 74/52) mealindeki ayette bu kendini bilmez adamların şımarık tavırlarına işaret edilmiştir.
Halbuki, bir padişah,bir devlet başkanı, bir başbakan, bir vali, bir müdür binlerce milyonlarca insanı yönetiyor ve -her zaman yanlış yapma ihtimalleri olduğu halde- bu ateistler itaatte kusur etmezler. Oysa, Allah’ın elçisinin hata etme ihtimali yoktur.
– Kur’an’da Kamer suresinde Hz. Peygamber (asm) tarafından AY’ın iki bölündüğü açıkça ifade edilmiş ve alimlerin büyük çoğunluğu bunu böyle anlaşmıştır.
Ayın ikiye bölünmesi mucizesi, hem sahih hadislerde, hem tarih kaynaklarında geçmektedir. el-Kettani, Ay’ın yarılması mucizesini mütevatir hadislerle ilgili yazdığı eserine almıştır. (bk. Nazmu’l-Mütenasir mine’l-hadisi’mütevatir, 1/211)
“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Kâfirler bir mucize görünce yüz çevirirler ve: ‘Bu devam ede gelen bir büyüdür.’ derler.”(Kamer, 54/1-2)
mealindeki ayetlerde Ayın yarıldığı ve kâfirlerin bunu inkâr edemedikleri, yalnız bunun bir büyü olarak değerlendirdiklerine açıkça vurgu yapılmaktadır.
– Soruda geçen ayetin meali şöyledir:
“Kâfirlerin keyfî olarak istedikleri mucizeleri göndermeyişimizin tek sebebi, daha önceki kâfirlerin bu gibi mucizeleri yalanlamış olmalarıdır. Nitekim Semud halkına açık bir mucize olarak o dişi deveyi verdik de onu öldürdüler ve bu yüzden kendilerine zulmettiler. Biz o ayetleri sadece korkutmak için göndeririz.”(İsra, 17/59)
Görebildiğimiz bütün kaynaklarda, bu ayetin nüzul sebebi, müşriklerin Hz. Peygamber (asm)’den daha önceki peygamberlerin gösterdiği türden bir mucize olarak, örneğin Safa tepesinin altından bir külçeye çevirmesini, dağları giderip yerine ziraat ekmeye uygun verimli tarlalara döndürmesini istemişlerdir.
Ancak, iman etmemeleri durumunda bunların da daha önceki ümmetler gibi helak edileceğini öğrenen Hz. Peygamber (asm), bunu istememiştir. Çünkü o, müşriklerin bir kısmının mümin olacaklarını ve onların nesillerinden iman edecek olanların geleceğini -Allah’ın izniyle– düşünmüş ve onların hatırı için bunların helak olmalarını istememiştir.
Bundan daha önemlisi, Allah bu müşriklerin bir kısmının imana geleceklerini ve o müşriklerin soyundan gelen bir çok insanın mümin olacağını bildiği için, onları toptan yok edecek bir sünnetullaha maruz kalmalarına fırsat vermemiştir. (bk. Taberi, Razî, Beydavî, Nesefî, Kurtubî, İbn Kesir, Şevkânî, el-Merağî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)
– Demek ki bu ayette Hz. Muhammed (asm)’e mucize verilmediği/verilmeyeceği değil, önerdikleri tarzda bir mucizenin verilmeyeceği bildirilmiştir. Bunun hikmetini de az önce açıkladık.
Yoksa, Kur’an’da bir çok mucize açıkça ifade edilmiştir. Örneğin;
– Kur’an’da “birkaç yıl içinde Rumlar İranlılarla savaşacak ve onları yenecekler.”(Rum, 30/1-4) diye ifade edilmiş ve bu haber aynen vuku bulmuştur.
– Keza, iki sene önce Mekke’nin kesin olarak fethedileceği bildirilmiş (Fetih, 48/27) ve aynı tarihte fetih tahakkuk etmiştir.
Böyle gelecekten haber veren bir kitabın göz önündeki bu mucizeleri görüldükten sonra, akıl gözüyle bu kitabın Allah’ın sözü olduğuna kesin olarak iman etmek akl-ı selimin gereğidir.
– Kur’an’ın açık ifadesiyle; ayı iki parçaya bölen(Kamer, 54/1-3),Bedir savaşında düşmana attığı bir avuç toprağın/çakıl taşının, bütün düşmanların gözüne girip onları hezimete uğratması (Enfal, 8/17) gibi mucizelerle insanüstü olayları gerçekleştiren Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunda tereddüt edilebilir mi?
– Kesin bilgi edinme yollarından biri sağlam haber denilen “haber-i sadık”tır.
Hz. Peygamber (asm) gibi; “Muhammedü’l-Emin” unvanıyla meşhur olmuş, okuma-yazması olmadığı halde, Kur’an gibi ilim ve mucizeler dolu bir kitabı elinde tutmuş, yüzlerce mucizeler göstermek suretiyle hak peygamber olduğunu ispat etmiş bir zatın söylediklerinin doğruluğunda tereddüt etmenin akılla izahı mümkün değildir.
Her şeyden önce Kur’an-ı Kerim, birçok yönden mucize olduğunu ispat etmiştir. Onun insan sözü olamayacağına milyonlarca ilim adamı sahasında uzman olanlar şahitlik etmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
– Kur’an-ı Kerim’in yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi …
– Peygamberimiz’in Kuran-ı Kerimde Bahsedilen Mucizeleri..
İddia:
Allah, pis işleri için insanları kullanıyor.
– Yine Kuran’da görüyoruz ki, Allah, insanları hep birbirine düşürme derdiyle, kendisine inanmayanları, inananlara öldürtme emirleri yağdırıyor. Koca evreni yarattığı iddia edilen bir varlık, insanları birleştirici, yapıcı, sevgi ve saygıya yönelten bir formül üretmeyi başaramaz mıydı? – Köleliği yasaklayamaz mıydı? Kadınları cariye (seks kölesi) olarak kullanmanın ve tecavüz etmenin yanlış bir şey olduğunu öğütleyemez miydi? Zengin-fakir arasında denge kurulmasını sağlayarak sömürüleri günah ilan edemez miydi? Tanrı, en azından çocuk istismarını, 50küsür yaşındaki sapkın bir insanın çocuklarla ilişkiye girmesini, pedofiliyi yasaklayamaz mıydı?
– Ama bahsi geçen tanrı, domuz eti yemeyi affedilmez saydı!
– Basit insani değerlerin, ilkel kapasitede çiğnenmesi kutsal kitabın tanrı sözü değil, o dönem, kendini peygamber ilan eden kişinin bir uydurması olduğu izlenimini veriyor. Hatta, kutsal kitapta, peygamberin yatak hayatına dair detayların bulunması durumu da bu tezi destekliyor.
Cevap:
– İslam Dini’nin adı olan “İslam” SİLM kökünden gelir ve barış demektir. Barış dini için soruda kullanılan “insanları birbirine düşüren” ifadesi çirkin olduğu kadar açık bir yalandır.
– Mekke döneminde 13 yıllık süreçte dinsizlerin bütün zulümlerine rağmen Müslümanların sabırla hatta yuvalarını terk etmekle mukabele etmeleri İslam’ın barış dini olduğunun ayrı bir delilidir.
– Medine döneminde cereyan eden bütün savaşların Medine bölgesinde cereyan etmesi ve dinsizlerin Medine’ye kadar gelip Müslümanlara hucum etmesi sonucu meydana geldiği bilinen gerçeklerdendir. Bu, İslam’ın savaşı esas almadığının göstergesidir.
– Müslümanlara ilk defa savaş izni verilen ayetin yumuşak ifadesi de savaşın İslam’da esas olmadığını göstermektedir: İlgili ayetin meali şöyledir:
“Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme maruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.”(Hac, 22/39)
– Her devlet, insanların kendi kanunlarına uymalarını ve hukuk etrafında birleşmelerini ister. Bu husus -sosyal hayatın emniyeti bakımından- insanlık camiası için olmazsa olmaz şartıdır.
İnsanların yaratıcısı da insanların dünya ve ahiret hayatının mutluluğunu netice veren ahlaki ve hukuki prensipler ihtiva eden kendisinin kitabı olan Kur’an’a ve İslam’a sımsıkı sarılmalarını, ayrılığa düşmemelerini açıkça emretmektedir. Bu ayetlerden birinin meali şöyledir:
“(Ey İnsanlara!) Hep birden Allah’ın ipine (Kur’an’a/İslam’a) sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini de hatırlayın ki, siz (Müslüman olmadan önce) birbirinize düşman iken, O kalplerinizi kaynaştırdı da Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız; O sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yola erişmeniz için, Allah size ayetlerini işte böyle açıklıyor.”(Al-i İmran, 3/39)
“Onlardan zalim olanlar dışında, Ehl-i Kitapla en güzel bir şekilde mücadele edin. Ve şöyle deyin: Biz, hem bize indirilene, hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de İlahımız birdir. Ve biz, yalnız O’na teslim olmuş kimseleriz.” (Ankebut, 29/46)
mealindeki ayette ehl-i kitapla en güzel şekilde mücadele etme metodu tavsiye edilmiştir. Bundan daha birleştirici daha barışçı bir din olabilir mi?
“Haksız yere bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibi olur.”(Maide, 5/32) diyen, “Dargınları derhal barıştırın.” (Enfal, 8/1; Hucurat, 49/9) şeklinde emir veren Kur’an’ın sahibi olan Allah için “pis işleri için insanı kullanıyor” diyen kişi, insan ismine layık mıdır? Böyle bir yalancı ancak bir ateist olabilir.
– Şu var ki: Allah bu imtihanı açmakla, güzel işler yapan iyi insanlarla pis işlerle uğraşan habis insanları birbirinden ayırmak ve böylece ateizm mikroplarını taşıyanları insanlık camiasından ayıklamak istemiştir.
– Kölelik kurumu İslam dini gelmeden binler sene önceden var olduğunu azıcık tarihi bilgisi olan bilir. İslam’ın bir anda köleliği ortadan kaldırması mümkün değildi. Bu konuyu bir çok alim eserlerinde işlemiştir. Biz burada bir kaç hikmetine kısaca işaret ederiz:
a) İslam dini daha önce hiç olmamış şekilde kölelik statüsünü değiştirmiştir. Efendilerinin yediklerinden onlara yedirmeleri, giydiklerinden giydirmeleri, “kölem” yerine “kardeşim” gibi ifadelerle hitap etmeleri, dini bir hata işledikleri zaman karşılığında bir köle azat etmelerini emretmesi, İslam dininin kölelere bakışını göstermektedir.
Her insaf sahibi, İslam’ın köleliği ortadan kaldırmak istediği fakat şartlar müsait olmadığından bunu zamana bıraktığını anlar.
b) Köleler toplumda önemli bir nüfus teşkil ediyordu. Eğer bunlar bir anda kölelikten çıksaydı, şimdiye kadar hiçbir inisiyatif kullanmadıkları için parazit bir grup olarak ortada kalırlardı.
c) Kölelerin hiçbir malı-mülkü yoktu. Eğer bir anda bunlar hürriyetlerine kavuşturulsaydı, Efendileri -bunlar artık onlara iş yapmadıkları için- onlara yardım etmez ve her yönüyle fakir bir grup ortaya çıkardı. Bu fakirlik ve ihtiyaç onları hırsızlık ve gasp gibi değişik gayr-ı meşru hareketlere zorlar ve cemiyet anarşiye dönerdi.
d) Köleliğin önemli bir kaynağı savaş esirlerdir. Eğer İslam, savaş esirlerini köle yapmayı yasaklasaydı, kâfirlerin elindeki Müslüman esirleri kurtarma imkânları kalmazdı. Çünkü düşmanlar Müslümanların kendi esirlerini köle gibi alıkoyma imkânları olmadığını bildikleri için “esirlerin mübadelesi” fırsatı kaçırılmış olacaktı. Her tarafı hikmet dolu olan İslam gibi bir dinin böyle bir hikmetsizliğe yol açması düşünülemez.
Demek ki, şu bir gerçektir ki, İslam köleliği getirmemiştir. Var olan köleliğin statüsünü oldukça iyileştirmiştir. Evrensel bir realite olan bu kurumu bir anda ortadan kaldırması mümkün değildi. Bu sebeple İslam, bir yandan iyileştirici düzenlemeler, diğer yandan zamanla ortadan kalkacak şekilde bir yol izlemiştir.
Soruda geçen diğer konular hakkında bilgi için tıklayınız:
– İslam dininin yardımlaşmaya verdiği önem nedir?
– İslamın, sosyo-ekonomik hayatta yetersiz kalacağı iddiasına nasıl …
– İslamiyete göre ekonomik sistemler, prensipler ve temel kurallar …
– Hz. Ayşe / Aişe validemiz, Peygamber Efendimiz ile evlendiğinde …
– Küçüklerin zorla evlendirilmesi caiz mi?
– Domuz eti niçin haram kılınmıştır?
– İnsan hakları nelerdir?
– Peygamber Efendimiz’in getirdiği güzellikler nelerdir?
– İslam`ın insana verdiği temel haklar nelerdir?
İddia:
Çok fazla sayıda tanrı var.
– Tarih boyunca insanlar, hepsi farklı isim ve özelliklerde binlerce tanrıya inandı. Hepsinin toplum içinde inanılma oranı çok yüksekti. Tüm tanrılar, dini önderlerce (rahipler, kahinler, büyücüler vs) korunup yayıldı ve inanmayan insanlar ölümle cezalandırıldı. Bu tanrıların, aslında “tek bir tanrı” olması gerektiğini düşünürsek (çünkü islam inancı bunu söylüyor) neden tüm tanrıların inananları her daim birbirine düşmandı? İnanç şekilleri neden birbirinden hep farklıydı?2
– Tanrı kullarına neden hep farklı şeyler söyleyip onları birbirine düşürdü? Tanrıların yaratıcısı aslında, inananlarının ta kendisi olduğu için olabilir mi?
(Tarihin en büyük tanrılarından birkaçı: Ra, Zeus, Thor, Yehova, Shiva, Allah, Quetzalcoatl, Gılgamış, Vishnu, Gaia, Enki, Baal, Krishna, Ahura-Mazda, Enlil, Anu, Bast, Brahma, Inanna… )
– 13.800.000.000 yıllık evrende, dünyada sadece 3.000.000.000 yıldır canlı yaşamı var. Bu canlılığın da 50.000 yılında bildiğimiz anlamda insan var. Ve sadece son 15.000 yıllık dönemde tanrıya dair izler görüyoruz. İslam ise 1.400 yıllık geçmişe sahip. Geri kalan milyarlarca yıl, tanrının israfı mı?
– Günümüzde insanların tapındığı her inancın, kendi içinde sağlam görünen temelleri var. Her inanç, diğer tüm dinlerinin yanlış inanç olduğunu iddia ediyor. Herkes ailesinin kendisine aşıladığı inancın gerçek olduğunu ve başka bir yerde doğmuş olsa bile yine şimdiki inancını seçeceğini savunuyor. Bu işte bir gariplik yok mu?
Cevap:
– Verilen rakamların kesin olmayan birer teori olduğu bilinmektedir. Şekli ne olursa olsun, Allah’ın daha sonra evreni yarattığı bir gerçektir. Yani bugün Evrenim ezeli değil, sonradan var olduğu bilimsel bir gerçektir.
– İtirazcı diyor ki:“İnsanların varlık yaşı 50.000’dir. O halde Allah bu insanları yaratmadan önceki zamanı israf etmiştir…”
Önce ateist şunu bilmeli ki, insanlardan milyarlarca sene evvel canlı varlıklar olan melekler ve ruhaniler yaratılmıştır. Daha sonra cinler var edilmiştir. Daha sonra diğer canlılar yaratılmıştır. Evren canlı varlıklarla şenlendirildikten sonra yeryüzü halifesi olan insanlar yaratılmıştır. Onun için bu ateistin zannettiği gibi bir israf yoktur.
– Bununla beraber, Allah ezelidir/önsüzdür. Evren sonradan var edilmiştir. O halde, evrenin daha sonraki bir süreçte var edilmesi akli zorunluluktur. Bu Evreni ne zaman yaratmayı uygun görmek ise Allah’ın tercihine bağlıdır. Bu tercihin elbette binler hikmeti olabilir. Ancak biz şunu bilmeliyiz ki, Allah Evreni yaratırken ateistlerin aklıyla istişare etmemiştir.
– Allah her şeyden önce Evreni yaratmakla kendi sıfatlarının tecellilerini, yani, sonsuz ilminin, kudretinin, hikmetinin tezahürlerini görmek istemiştir. Daha sonra da bu harika sanatını şuurlu varlıklara göstermek için melekleri, cinleri, insanları yaratmıştır.
– Tarih boyunca insanlık camiasında ateistin ifadesiyle birden çok “tanrılar”ın varlığı da semavi dinlerin, özellikle İslam’ın kabul ettiği Allah’ın gerçekliğini ortaya koymaktadır. Çünkü, bu “tanrı” kavramının varlığı, bir yaratıcının varlığı düşüncesinin insanlarla birlikte devam edegelen bir hakikat olduğunun göstergesidir.
– Evet, başta İslam dini olmak üzere, bu gün milyarlarca mensubu bulunan üç semavi dinlerin ortak kabullerine göre, ilk insan Hz. Âdem Allah’tan vahiy alan ilk peygamberdir. O günden beri, genel olarak bütün insanlar Allah’a inanmışlardır.
Hak dinlerin tanıttığı Allah tasavvurunu kaybedenler, yine de bu düşünceden vazgeçememişler, başka adlarla bu mefkureyi devam ettirmişlerdir. Güneşe, Aya, yıldızlara, değişik totemlere tapmışlardır.
Bu ortak tapma duygusu, insanların hem vicdanlarında, hem ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in öğretilerinde “Allah” düşüncesinin var olduğunun açık delilidir.
– Tarih boyunca ateistlerin sayısı çok fazla değildi. Bu son asırlarda özellikle XVII-XVIII. asırdan itibaren pozitif bilimlerin revaç bulmasıyla gerçek bilimi dinsizliğine alet eden bazı eğitmenlerin telkinleriyle bu güruh çoğalmaya başlamıştır.
Bugün artık git gide bu düşüncenin tamamen ilme aykırı olduğu görülmeye başladığı için artık iflas etmek durumundadır. Hatta bilinen ifadeyle “tanrı parçacığı” yani Allah’ın varlığını açıkça gösteren bilimsel keşifler ortaya konulmuş iken ateizmde ısrar etmek bilimi hafife almak anlamına gelir.
– Tarih boyunca müşrikler zaten Allah’a inanıyorlardı. Kendi putlarını Allah’a yaklaşmak için bir vesile olarak görüyorlardı.
“Onlara (putlara) bizi, Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler.” (Zümer, 39/3)
mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
– Birden fazla ilah olsaydı sonuç ne olurdu?
– “Higgs Bozonu” hakkında bilgi verir misiniz? Neden tanrı parçacığı..
– Ateist düşünce, okudukça, araştırdıkça, düşündükçe ulaşmak …
– DNA’da Tanrı’yı görmek mümkün mü? Zihin okunabilir mi?..
İddia:
Yaratıcı olduğu iddia edilen karakterler, sıradan insani arzulara sahip.
Tüm bu “yaratıcılar”, kendilerini üreten insanların sıradan isteklerine sahip:
• düşman toplumları alt etmek ve onlardan öç almak,
• inananları itaatkar hale getirmek,
• değerli toprakları ele geçirmek,
• bazı ticari malları değerli hale getirmek,
• kadınları erkeklerin hizmetine sunmak, vs.
Gerçek bir yaratıcının egoist, obsesif, seksist tavırlar içinde olmaması beklenmez mi?
Cevap:
Allah insanları imtihana tabi tutmuştur. İmtihana tabi tuttuğu insanları kendi isim ve sıfatlarına mazhar etmiştir.
Bununla insanlar Allah’ı daha yakından tanıyacak neden hoşlanmadığını, nelerden hoşlandığını, onun da razı olduğu şeylerin ve kızdığı şeylerin olduğunu daha iyi bilirler.
Bunun ilmi ifadesi “vahid-i kıyasi”dir. Yani Allah insanlarda kendi sıfatlarının bazı yansımalarını göstermek suretiyle, onların kendisini daha yakından tanımalarını sağlamıştır.
Örneğin, insanlarda ilim, hikmet, merhamet gibi özelliklerin Allah’da da var olduğunu kolaylıkla öğrenebilirler.
Keza, canileri, hırsızları, yalancıları sevmemek duygusuyla, Allah’ın da bunları sevmediğini bilir ve ona göre bir hayat çizgisini takip eder.
Bununla beraber, insanlar Allah’ın sonsuz ve sınırsız olan mutlak sıfatlarını idrak edemez. Fakat sınırlı olan kendi sıfatlarıyla onları idrak edebilir.
Örneğin, sınırlı çaptaki ilmi, kudretiyle Allah’ın sonsuz ilim ve kudretini kavramaya çalışır. Bu konu için pek çok misal verilebilir. Ancak konunun anlaşıldığını düşünüyoruz.
Diğer taraftan, insana verilen ve “vahid-i kıyasî” denilen bu ölçülerle, hayalî bir zıddın görünümü tasavvur edilerek o zıdsız sıfatlar tanınır. Mesela, âcizliğimizle Allah’ın kudretini; cahilliğimizle Allah’ın ilmini; fena vasfımızla Allah’ın bekasını; muhtaçlık vasfımızla Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını ifade eden Samed sıfatının varlığını anlayabiliriz.
Allah’ın isim ve sıfatları sonsuzdur. Kainat ve mahlukat bu sonsuz isimlere tam manası ile mikyas ve mahal olamazlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını, kainattaki tecellileri ile ölçüp biçemeyiz. Sadece bir fikir edinebiliriz. Bütün mahlukattaki tecelliler, Allah’ın sonsuz isimlerinin bir damlası, çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesi mesabesindedir.
Bu konu üzerinde düşünürken, öncelikle, Allah’ın varlığının “vacip”, insan varlığının ise “mümkin” olduğu dikkatten uzak tutulmamalı. İnsan mahlûk olduğu gibi, sıfatları da mahlûktur. İnsan mümkin olduğu gibi, sıfatları da mümkindir. Ve nihayet bir mahlûk olan insanın Hâlık’ına benzemesi düşünülemeyeceği gibi, onun mahlûk sıfatlarının da, meselâ, iradesinin, ilminin, kudretinin de Allah’ın ilim, kudret ve iradesine hiçbir cihetle benzemeyeceği unutulmamalıdır.
Bize takılan sıfatlar, İlâhî sıfatlara birer işaret… Bunlarla o vacip, sonsuz ve mutlak sıfatların varlıklarını bilebiliriz. Ama haritadaki noktalara benzeyen bu sıfatlarımızla, İlâhî kudret arasında hiçbir benzerlik olamayacağını da hatırdan çıkarmayız. Bunlar birer işarettirler, o kadar.
İlave bilgi için tıklayınız.
– Allah’ın zatını, aklımızla anlayabilir miyiz?
– Halık ve mahluk kıyaslanır mı?
– Yüce Allah hakkında, neşe, sevinç, ferah, memnuniyet gibi isimler …
– Bazıları cihadın sadece savaştan ibaret olduğunu söylüyor…
– Cihad ne demektir? Bazı kimselerin, cihadı “kutsal savaş” olarak …
– Din, cihad ve zorlama: İslam barış dini midir? “Ben, insanlar Allah …
– Kadının hakları nelerdir? İslamın kadınlara bir baskı ve kısıtlama …
– Tanrı egoist midir?
İddia:
Tanrının tapınılma ihtiyacı var.
– Evreni yaratmış bir gücün, değersiz insanlara sonsuz gelecek sunmak için ibadet edilme gibi basit bir ihtiyacı neden olsun? İnananlar burada “ibadet tanrı için değil, bizim için gerekli” şeklinde savunma yapacaklar. Ama ibadetlerin ilkel kökenlerine baktığımızda, kızgın tanrılarından af dilemeye çalışan insanlar tarafından bir çeşit özür dileme şekli olarak ortaya çıktığı görülüyor. Tanrı önünde eğilme (secde), Tanrı’ya kurbanlar verme, Kendini aç bırakarak cezalandırma, Kutsal ibadet alanlarına giderek tanrıya yakın hissetme vs, en ilkel inançlardan, günümüz inançlarına kadar değişim göstererek süregelmiş.
– Ayrıca, evren ve olanaklar tanrı için sınırsız ise, her insana mutlu ve iyi kalpli olabilecekleri sonsuz hayatlara sahip olarak dünyaya getirmek, zor olabilir miydi?
– Neden kusurlu kullar yaratarak onları elekten geçirme ve cezalandırma ihtiyacı oldu bu yaratıcının?
– Adem ve Havva bir elma yemiş, ceza olarak dünyaya gönderilmişiz. Aslında önceleri cennetteymişiz…
– Düşünmeyen insanları köleleştirebilmek için ne basit masallar.
Cevap:
– İhtiyaç demek, onsuz olmanın zor olduğu olgu demektir. Allah ezelidir. Evreni yaratmadan önce de vardı ve ona tapanlar da yoktu.
Özellikle ibadetle mükellef olan cinler ve insanların varlık tarihi çok eski değildir.
Demek ki, Allah’ın tapınmaya ihtiyacı yoktur. Fakat insanların ona tapmaya ihtiyacı vardır. Çünkü, insanların manevi yapısı bununla inkişaf eder, mana kazanır, derinleşir.
– Cenâb-ı Hakk`ın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi, bizim ibâdetimize de ihtiyacı yoktur. İbâdete asıl muhtaç olan biziz. İbâdet bizim mânevî yaralarımıza bir devâdır. Ruhumuzun gıdası, kalbimizdeki hastalıkların ilâcı ve şifasıdır.
Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk`ın bize ibâdeti emretmesi, yine bizim fayda ve istifademiz içindir.
Bir doktorun hastasına bazı ilâçları ısrarla tavsiye etmesi, kendinin bir ihtiyacı ve menfaati olduğu için değil, hastanın faydası ve iyileşmesi içindir.
Doktora “Ne ihtiyacın var ki bu ilâçta ısrar ediyorsun?” demek ne kadar manasız ise, Cenâb-ı Hakk`ın ibadet emrine karşı da, “Ne ihtiyacı var ki bize emrediyor?” diye düşünmek o kadar manasız ve mantıksız olur.
– Bununla beraber, Allah’a kulluk meselesi bir imtihan konusudur. İmtihan ise tembellerle çalışkanları, akıllılarla geri zekalıları, kıvrak zekalılarla idefiks olanları, elmas ruhlularla kömür ruhluları birbirinden ayırmak için yapılır.
Dünya imtihanları da böyledir. Başaran ile başarmayan aynı mıdır?
– Allah’ın celal ve cemal şeklinde iki türlü sıfatları vardır. Bu sıfatların tezahürü olarak cennet ve cehennem yaratılmıştır. Şu anda da bunlar mevcuttur.
Allah herkese imtihanı kazanabilecek donanımlar vermiştir. Nitekim, akıldan mahrum özürlüler ve çocuklar imtihana tabi tutulmamıştır.
Fakat aklı olduğu halde, 124.000 peygamber, 104 kitap ve bunların öğretilerini ders veren milyonlarca İslam alimi ve evliyasına rağmen kendi nefsini bir nevi “ilah” edinip onun emrinden çıkmayanlarla, gece gündüz ona itaat etmeyi, vazife bilenleri bir tutması adaletsizliktir.
Demek ki cennet adam istediği gibi, cehennem de adam ister.
Hayatı boyunca Allah’a kulluk eden, insanlara faydalı olmaya çalışan kimselerle, katil, cani, kumarbazların ve tanrı tanımaz ateistlerin aynı yere girmeleri veya ölümle yok olup gitmeleri elbette yerden göğe kadar haksızlıktır.
İşte cennet ve cehennem bu haksızlığı önlemeye yöneliktir.
İlave bilgi için tıklayınız:
– İbadete İhtiyacı Olan, Biziz!
– İnsan niçin yaratılmıştır? Allah’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı vardır?
– Allah insanları, melekleri, cinleri ve şeytanları niçin yarattı …
– Yaratıcının bizim ibadetimize ihtiyacı yoksa, bizim nasıl ibadete …
– Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar …
– Şeytan cennetten kovulduğu halde, nasıl Hz. Adem’e yasak meyveyi.
İddia:
– Tanrı kavramı mantık çerçevesinde sürekli çelişkilere dönüşüyor.
– Herhangi bir varlık mantıksal açıdan, hem her şeyi bilen, hem sonsuz, hem tek, hem her şeye gücü yeten, hem yaratma ihtiyacına sahip olamaz. Eldeki bu verilerin her birinin bir diğeri ile kıyaslanması paradoksal mantıksız durumlar oluşturuyor.
Örnek-1;
Hem her şeye gücü yeten bir tanrı, hem ölümsüz olamaz. Ölmüyorsa, ölmeye ya da kendini öldürmeye gücü yetmiyor demektir.
Örnek-2;
Her şeyi bilen bir tanrının her şeye gücü yetiyorsa, insan gibi bir varlık yaratıp kendini kanıtlama gibi bir dert sahibi olamaz. Bu durumda insan yaratmak gibi bir ihtiyaca sahip olmuş, ki bu konuda bir yetersizliği var demektir. Yetersizliği olan tanrı olabilir mi?
Örnek-3;
Her şeyi bilen, ama yaratma ihtiyacı olan bir tanrı da yine mantıksal olarak hatalı olur. Her şeyi biliyor ise, neden bir şeyleri yaratma gereği duymuş olsun. Kendine kendini mi ispatlamak istemiş, yoksa canı mı sıkılmış?
Bunlar gibi onlarca çelişki kolayca üretilebilir. Anlaşılan, var olduğu iddia edilen tanrı, bu mantık dengesini kuramayacak düzeyde ya da tanrı kavramını ortaya atan insanlar yeterince düşünmemiş.
Cevap:
Bu safsatalar kadar mantık dışı paradoksal bir çelişki olamaz:
Örnek 1:
– Ölüm ölen kimseyi mağlup eden bir olgudur. Her ölen istemeyerek bu ölüm hükümdarının karşısında el pençe durmak ve emrini yerine getirmek zorundadır.
Allah, ölümsüz olmakla, ölüm gibi bir olgu karşısında sonsuz kuvvet sahibi olduğunu göstermiştir.
– Kaldı ki, ölüm olgusu sonradan var olanların başına gelen bir olaydır. Ezeli olan Allah ise aynı zamanda ebedidir. Çünkü ebedi olmayan ezeli olamaz. Çünkü ezeli olana sonradan var olan ölüm gibi hadiseler arız olamaz.
– Bir de farz edelim ki -haşa- Allah kendini öldürebilir. Ama niye böyle bir şey yapsın ki!..
Hz. Nuh yaklaşık bin sene yaşamış, fakat hiçbir zaman ölmek istememiştir. Mükemmel bir hayata sahip bir insanın milyar sene ömrü olsa yine ölmek istemez..
Bu olayı Allah’ın sonsuz kudretiyle karşılaştırmak bir cinnet versiyonudur.
Örnek 2:
– Bugün bütün dünyada değişik konularda imtihanlar olmaktadır. Acaba, dünyada zerre kadar aklı olan “Bu devletlerin bu imtihanlara ne ihtiyacı var?” diye bir akıl yürütme cihetine gider mi?
– Allah iyi insanlarla kötü insanları ayırmak için bu imtihanı yapmaktadır. Yoksa onun hiç de ihtiyacı yoktur.
“Eğer dileseydik bütün insanlara hidâyet verir, doğru yola koyardık. Lâkin ‘Cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım.’ hükmü kesinleşmiştir.” (Secde, 32/13)
mealindeki ayette bu imtihanın gerekçesi açıkça ortaya konulmuştur.
Yoksa Allah isterse hiç imtihan yapmadan herkesi cennete koyardı. Fakat onun merhameti yanında adaleti de vardır. Adalet ihkak-ı haktır.
“Biz hiç, Allah’a itaat ve teslimiyet gösterenleri suçlu kâfirlerle bir tutar mıyız?”(Kalem, 68/35)
mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.
Örnek 3:
Bu kadar mantıksızlık ancak ateist birinde bulunur. Bu mantığa göre;
Şair bile şiir yazmamalıdır.
Doktor olan reçete yazmamalıdır.
Mühendis olan bir mimar inşaat yapmamalıdır.
Hiçbir bilen, bir iş yapmamalıdır. Çünkü madem biliyor yapmaya ne gerek var?
Allah aşkınıza buna güler misiniz, ağlar mısınız?
– İşin hakikatini Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim:
“Malûmdur ki;
– Her bir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister.
– Her bir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilân etmekle nazar-ı dikkati celbetmek ister ve sever.
– Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever.Madem bu esaslı kaideler, her şeyde derecesine göre cereyan ediyor;
Elbette Cemil-i Mutlak olan Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in bin bir esma-i hüsnasından her bir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delaletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin her bir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz enva’-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardır.” (bk. Lem’alar, s. 348)
Allah için sıkılmak söz konusu olamaz. İnsanların Allah’ı kendileri gibi düşünme cehaleti bu gibi yanlış fikirlere yol açabilmektedir. Allah yarattıklarına benzemez. Hiçbir sanatkar sanatı cinsinden olamaz. Misal bir mobilya ustası mobilya cinsinden değildir. Mobilyacıyı koltuk cinsinden düşünmek kadar büyük bir cehalet olamaz.
Öyle de Allah’ı sanatı olan insan özelliklerinde düşünmek ve Allah’a sıkılmayı atfetmek o kadar büyük bir cehalet örneğidir.
Rotası olmayan bir düşüncenin ortaya koyduğu fikir de öylesine çürük bir fikirdir ki, varlıkta sıkılmanın çaresini, yoklukta arıyor.
İlave bilgi için tıklayınız:
– Allah için ezeliyet, zamansızlık ve zaman üstülük müdür?
İddia:
Tanrı birçok konuda bilgisiz.
– Basit matematik işlemlerini yapamayan, insan anatomisinden bihaber, dünya ve uzay algısı hatalı, eski kültürlerin efsanelerini bile doğru yansıtamayan, coğrafyadan, fizikten, biyolojiden, kozmolojiden, habersiz bir tanrı olabilir mi? Bir tanrının, sıradan bir ilkel çöl insanının bildiği kadar bilgiye sahip olması normal mi?
– Yine Kuran’a kaynak olarak bakalım:
Kehf 86: Dünya’nın sonuna giderek güneşin balçiğa battığını görebilirsiniz.
Şura 33: Gemilerin tanrı tarafından rüzgar ile hareket ettiği iddia edilir. Motor gücünün icat olacağı düşünülmemiş.
Tarık 7: Spermin yumurtalıklardan değil de omurgadan çıktığı zannedilmiş.
Rad 13: Paratonerlerin icad olunacağından da habersizmiş tanrı.
Hacc 65: Gökyüzünü (Uzayı) yeryüzüne düşebilecek bir şey sanıyor olmalısınız. Çünkü uzayın dünyaya düşmemesinin sebebi tanrıdır.
Bu örnekler onlarca, yeter ki Türkçe Kuran mealleri okuyun ve düşünün.
Cevap:
– Bütün alimlerin ittifakıyla Arapça lisanı özellikle teşbih, istiare, mecaz gibi Bedii sanatlar üzerine kurulmuştur. Arapça Lisanla inen Kur’an’da da bu sanatlar çokça kullanılmıştır.
Genellikle her şeyde bir yan etki olduğu gibi, bu sanatların da şöyle bir yan etkisi vardır: “Mecaz ilmin elinden cehline eline/alimlerinden elinden cahillerine eline geçtiği zaman hakikat zannedilir.” Bu da manayı bozduğu gibi, ifadenin güzelliğini de ortadan kaldırır.
Kehf: 86 “(Zulkarneyn) Güneşi sıcak bir gözede batar buldu.
Bu anlatımda mecazî bir anlatım şekli vardır. Zülkarneyn öyle gibi gördü. Bu durum yerkürenin yuvarlak ve küre şeklinde olduğuna da delil teşkil etmektedir. Dünyanın hareketi ile Güneş batmış gibi görünmektedir. Aslında Güneş batmamaktadır. Dünya bir taraftan kendi ekseni etrafında dönerken, diğer taraftan da Güneş’in etrafında dönmektedir.
Ayette geçen “ayn”,“göze, pınar, suyun çıktığı yer” anlamına gelmektedir. Gözden yaş çıktığı için, göze de pınar anlamında “ayn” denmiştir.
Hamîe kelimesi de “sıcak” anlamına gelmektedir. “hamiye” şeklinde okunursa “sıcak”, “hamie” şeklinde okunursa “balçık” manasına gelmektedir.
Bunun anlamı Zülkarneyn’in yolculuğu Güneş’in denizde batar gibi göründüğü nihai noktaya, yani ötesine gidilemeyecek noktaya ulaşmıştı. Bu noktanın neresi olduğu zikredilmemektedir.
– Bugün bir çoğumuz bir şekilde güneşin bir denizin içinde battığını seyretmişizdir. Bu, gerçekten güneşin denizin içinde battığını değil, bizim görüşümüze göre bu manzara oluşmaktadır. İşte ayette de bu mecaz ifadeye yer verilmiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle:
“Bahr-i Muhit-i Garbî’ye çamurlu bir çeşme tabiri, Zülkarneyn’e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kur’an’ın nazarı ise her şeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn’in galat-ı his nevindeki nazarına göre bakmaz, belki Kur’an semavata bakarak geldiğinden Küre-i Arz’ı kâh bir meydan, kâh bir saray, bazen bir beşik, bazen bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhit-i Atlas-ı Garbî’yi bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.”(bk. Lem’alar, s. 108)
Demek ki ayet-i kerimede güneşin battığı çamurlu çeşme suyu Atlas Okyanusudur.
Önceki âyetlerde zikredilen Zülkarneyn’e bu denizin ona bir çeşme havzası gibi göründüğü belirtilmiştir. Dış görünüm itibarıyla, yazın şiddetli sıcaklığıyla, çok yoğun olarak meydana gelen buharlaşmanın etkisiyle Atlas Okyanusu büyük bir çeşme havzası şeklinde görünmüştür.
Böyle bir benzetme, Kur’ân-ı Kerimin yüceliğini gösterir.
– Şura, 42/33:
İlgili ayetin meali şöyledir:
“O (Allah) dilerse rüzgârı durdurur da (gemiler) denizin üstünde hareketsiz kalıverirler. Çok sabreden ve çok şükreden her bir kul için bunda ayetler/alınacak dersler vardır.”
Buradaki eleştiri tamamen yersizdir. Çünkü, Kur’an’da gemiden söz edilirken, maksat onun Allah’ın bir nimeti olduğunu nazara vermektir. Belirtilen nimetin şekli o günkü mevcut durumuna göre bildirmek belagatin gereğidir.
Aksi takdirde ileride olacak şeklinden söz etmek, insanları şüpheye düşüreceğinden irşadın üslubuna tamamen aykırı olur. Bu ayette belirtilen geminin o dönemde insanların gördüğü ve rüzgar ile hareket eden gemiler olduğu anlaşılmaktadır.
Ve bu ayette motorlu gemilerin olmayacağına dair herhangi bir ifadenin bir kırıntısı bile yoktur.
– Bununla beraber, Arapça’da genel anlamda “gemi” kelimesinin karşılığı “el-sefinetü”dür. Fakat bu ayette akıp giden anlamına gelen “el-Cariye”nin çoğulu olan “el-cevari” kelimesi kullanılmıştır.
Meallerde bu kelime de gemi olarak çevrilmekle beraber, doğrusu bu kelime cereyan eden, akan gemiler anlamına gelir. Bu akma işi rüzgarla olduğu gibi, motorla da olabilir. Önemli olan su üzerinde akıp gitmesidir.
Dolayısıyla bu kelimenin tercih edilmesi, irşadın gereği olarak o günkü mevcut muhataplara rüzgarlı gemiyi hatırlattığı gibi, bugün de motorlu gemiyi de hatırlatmaktadır.
Aynı ifadeyle, hatta aynı kelimeyle her zamanda bulunan insanların anlayışına uygun ve gerçeğin ta kendisi olarak bir ifadenin seçilmiş olması, Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetini yansıtan Kur’an’a mahsus bir mucize parıltısıdır.
Tarık, 86/6-7:
Bu ayetlerin meali şöyledir:
“Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı. O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.” (Târık, 86/5-7)
Bu ayet metninde geçen “sulb ve teraib bölgesi/nahiyesi”nden maksat, erkek ve kadının üreme hücrelerinin yer aldığı bel ile göğüs/belkemiği/kaburga kemiğinin bulunduğu bölge demektir. Bu ifadeden de insanın, dişi yumurtası ile erkek sperminin telkihiyle/birleşmesiyle insanın yaratıldığını anlayabiliriz. (krş. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)
Rad suresi, 13. ayet:
Rad, 13/13: (Paratonerlerin icad olunacağından da habersizmiş tanrı.)
Ayetin meali:
“Gök gürlemesi O’nu hamd ile tesbih eder, melekler de O’ndan korkmaları dolayısıyla tesbih ederler. O (inanmaya)nlar, Allah hakkında tartışıp dururlarken, O yıldırımları gönderir de onları dilediğine çarptırır. O karşılık darbesi pek çetin olandır.”
– Bu ayette paratonerlerin olmayacağına dair bir tek kelime bulan varsa beri gelsin!..
– İşi tamamen sebeplere dayandıran ateistlere göre, ayette yer alan “O yıldırımları gönderir de onları dilediğine çarptırır” ifadesi, yıldırımların çarpmasını engelleyen paratoner teknolojisi hesaba katılmamıştır.
Halbuki, sebepleri de yaratan Allah’tır. Nice sapasağlam adamlar bir anda kalp sektesinden ölürken, ölümü beklenen niceleri de yıllarca ömür sürer.
Nice ağır hastaların başında ağlayanlar ölmüş, o hastalar ise şifa bulmuştur.
Nice kimseler, paratonersiz yerde yıldırım yanı başına düşmesine rağmen Allah’ın izniyle yara bile almadan kurtulmuş, buna mukabil, paratonerin zırhına bürünmüş olmasına rağmen yıldırım çarpılmış nice kimselere bu dünya defalarca şahit olmuştur.
Ayette “onları/yıldırımları dilediğine çarptırır” mealindeki ifadeden de anlaşıldığı üzere, her konuda olduğu gibi bu meselede de Allah’ın iradesi esastır. Allah’ın “ölmesini istemediği” kimsenin ölmesi mümkün olmadığı gibi, “ölmesini istediği” kimsenin ölmemesi de imkânsızdır.
Ayetten bu dersi öğrenmek dururken, ateistçe hezeyanlara girmek gerçekten mide bulandırır.
Hacc, 22/65: (Gökyüzünü/uzayı yeryüzüne düşebilecek bir şey sanıyor olmalısınız. Çünkü uzayın dünyaya düşmemesinin sebebi tanrıdır.)
Ayetin meali:
“Görmedin mi ki Allah yerde olan her şeyi ve kendi emriyle denizlerde yüzen gemileri, sizin hizmetinize verdi? Yerin üstüne düşmesin diye, göğü O tutuyor. Gök ancak O’nun izniyle düşebilir. Çünkü Allah raûfdur, rahîmdir/ insanlara karşı çok şefkatlidir, pek merhametlidir.”
Ateistin vehmine ilişen “Yerin üstüne düşmesin diye, göğü O tutuyor. Gök ancak O’nun izniyle düşebilir” mealindeki ifadedir.
Bunlar göklerin varlığını inkâr ediyorlar. Ayrıca bu adam bilerek veya bilmeyerek meali de yanlış vermiştir.
Ayette “sema” kelimesi geçmektedir ki, “gök” manasınadır. O ise buna “gökyüzünü/uzayı” şeklinde meal vermiştir ki tamamen uydurmadır.
Arapçada “uzay” kelimesi “feda/feza” sözcüğüyle; “gökyüzü” ise, “cevvüs-sema” kelimesiyle ifade edilir. Oysa ayette yalnız gök manasına gelen “sema” kelimesi kullanılmıştır.
– Bununla beraber, bu ayet “bilimsel keşifler” bakımından da bir mucizedir. Çünkü ayette göklerin (güneşini ayın, yıldızların, diğer gök cisimlerin hepsinin) boşlukta havada muallak olarak direksiz durdurulduğuna işaret edilmiştir. Ve bu ayette geçtiği üzere, bütün bu gök cisimle